HAYATIN önümüze koyduğu olaylara bir resme bakar gibi bakıyoruz. Resmin karşısında içimize düşen anlık duygular ne ise o kadar etkileşimimiz. Bir kanaat bildirip diğer bir kadraja geçiyoruz. Bu duygu uzun zamandır sosyal medyanın gücüne inananlarla, inanmayanların arasındaki temel bir farkın anlaşılmasına vesile oldu. Bir çocuk, insanlığın merhametsizliğinin kurbanı olarak, bu merhametsiz insanoğlunun vicdanı(!) olarak kıyaya vurdu. Yine ekranlar, yine “time line” hamaset ile hazzın zirvesine çıktı. Ve ne yazık ki vicdan aklamanın yarış alanına döndü. Bir anlık o duygular geçince aslında ne mültecilik ne sınır meselesi ve ne de yaşam koşullarının iyileştirilmesi, güvenlik gibi konuların değişmediğini halen aynı yerde durduğunu maalesef yine gördük. Çünkü Aylan Kurdi’den önce de ölen birçok insanı umursamadan ekran karşısında izledik. Tıpkı her gün haberlerden izlediğimiz, duyduğumuz ölümlerin sıradanlığı gibi geldi, geçti. Çok etkilendik!

Yine bir resme bakıp, yenisine geçerken acının düştüğü yerlere denk geldik. Öfke ile maskelenmiş izansızlığın açtığı yaraların derinliğinde hep hakikatle birlikte kaybolduk. Hatırlarsanız üçüncü sayfa haberlerinde geçiştirilen birçok haber gibi tam geçiştirilecekken toplumsal bir infiale neden olan Özgecan Aslan’ın katledilmesi de tam manası ile büyük bir etki! yaşatmıştı. Herkes ilgisini o yöne kanalize etmişti. Ünlüler ve ünsüzler birçok paylaşım yapmıştı. Peki, sonunda ne oldu Ekranlarda, köşelerde konuşulan bu olay kaç gün sonra unutuldu. İdam taleplerine veya rehabilitasyon önerilerine, siyasilerin yakın ilgisine ne oldu Unuttuk gitti. Nice canlarımızın yaşadığı dramların etki zamanını başka bir vahşet ve şiddet sonrasına bıraktık. Her şey kendi mecrasına aktı, gündem değişti. Anlık tatminler yaşandı, acı o hane sakinlerinin ocağında kaldı ve diğerleri için her şey oldubitti. Yine hiçbir iyileştirme yapılmadı, meselenin özüne, sebeplerine yönelik tedbirler alınmadı. Hep beraber öyle güzel unuttuk ki,  Çok güzel unuturuz biz, hep öyle unuttuk ki... Ve yine en iyi bildiğimiz şeyi yaptık yani dolmuşa bindik ve en hızlı şekilde dolmuştan indik, kilometreyi sıfırladık.

Bugünlerde yine çok etkileniyoruz. Arabaları taşlıyor, balkonlara bayrak asıyor, mevsimlik işçileri dövüyor, Galiz küfürler eşliğinde yürüyor, güle oynaya eylem koyuyor, vicdanımızı rahatlatıyoruz. Herkes yine çokça demeç veriyor. Ortalık yerde çokça kirlilik dolaşıyor ve hakikatten yine uzak sosyal ağlarda boğuluyor sokaklarda kayboluyoruz. Korkunun rengini sürekli değiştirip şiddeti protesto ederken başka korkulara ve başka şiddetlere sebebiyet veriyoruz.  Profil resimlerini askerlik fotosu ile süsleyenler, beni de askere alın goygoyundan, benden şehit olmak istiyorum arsızlığına çok hızlı geçiyoruz. Gazetelerde, TV’lerde birbirinden tutarsız haberlere denk geliyoruz. “Kayseri şehidine sahip çıktı”, haberinin alt metnini okuduğumuzda ne sahiplik ne de bir anlam ortaklığı görüyoruz. Sadece bir cümbüş... Ferasetten, izandan yoksun adımlar ve nihayetinde çok etkilendik!

Ateş düştüğü yerde yangın çıkarıyor gerisi yangına bakanların temaşalık oyunu oluyor. Bir ananın gözündeki yaşı silmiyor, bir babanın evlat acısını dindirmiyor. Ne ananın analığının ırkı ne de evlat acısının milliyeti, ne de hüznün rengi var. Soruları doğru yere sormazsanız cevap alamazsınız Meseleye sadece had bildirme, sahip çıkma olarak bakarsanız dokuyu zedelersiniz. Ne hamasetin koyu rengine, ne fanatizme ne de vandallığa geçit vermeyecek zihni bir uyanıklığa ihtiyaç var. Elimde 91-93 yıllarına ait dergiler var. Baktığımda hiç şaşırmıyorum olayların benzerliğine ve tepkilerin değişmemesine.  O günün erkânının demeçleri bugünkülerle aynı; aydınların, gazetecilerin konuştukları ve yazdıkları hatta gazetelerin çıkış şekli manşetlerde aynı… O günden bugüne sadece etkilenmişiz!

Eğer cereyan eden olayları doğru tahlil edemezsen 20 yılda geçse aynı gel-gitleri yaşamaya devam edersin. Ne sınırlar, ne göçün sebepleri, ne kadına yönelik şiddetin, ne de bireysel ve toplumsal şiddettin sebepleri ortadan kalkar. Teşhis yanlış oldukça tedavi de hastalığı önlemek şöyle dursun, daha da derinleştiriyor. Şimdi iyi niyetle, daha çok sarılmalıyız kardeşliğimize ve barışı bir slogandan çıkartıp bir hakikate dönüştürmeliyiz. Ne söylerlerse söylesinler her şeyi göze alarak hakikatin ortaya çıkarılması için gayret sarf etmek zorundayız. Toptancılıktan, sahte tavırlardan vazgeçip olması gereken kardeşliğe yol almalıyız. Biz geçiciyiz, bizden öncekiler gibi geçip gideceğiz. Sahip olduğumuz ve yanımızda götüreceğimiz tek şey yaptıklarımız ve yapamadıklarımız. Biz hesap gününe inanıyoruz. Elimizde olmadan sahip olduklarımızı bir üstünlük ve lüks olarak görmüyoruz. Onun için etkilenmiyoruz, sadece hakikatin parçalanışına ve ondan uzaklaşmış oluşumuza üzülüyoruz. Ama iyiliğin, ferasetin, akl-ı selimin galip geleceğine inanıyoruz. Ve insanı yaşatmanın mücadelesini verdiğimizi unutmuyoruz.

TAŞ GEMİ

“Sevgisiz bir insan uzuvlarının yarısını kaybetmiştir.” (Platon)

BİZE KADAR

1- Kıstas’ın ne olursa olsun Hak’ta sebat en önemli kararın olsun.

2- Terör ve şiddetin kazandıracağı prestij uğruna kardeşliğimizi yok edecek adımlardan uzak duralım.

3- Kazananın Kabil ve Yezit değil, Habil ve Hüseyin olduğunu unutmayalım.

4- Vahşi kapitalizmin etnik ve mezhepsel ayrımcılığı körüklediğini, dünyanın her yerinde dokuları zedeletip; insanların dirliğini, kardeşliğini yıktığını ve sömürdüğünü unutmayalım.

5- Devleti yaşatmak insanı yaşatmaktan geçer.

6- Bir anlık yığın psikolojisi ile atılan adım onulmaz yaralara, kapanmaz dertlere neden olur. Onun için hislerinle, öfkenle değil; aklın ve kalbinle hareket et.

7- Ama ile başlayan cümlelerin önü de ardı da pişmanlıktır, mazerettir.

8- Kardeşinin hakkını korumak en büyük erdemdir. Bir tercihte bulunma eşiğindeysen (“Ahlak: Kendin için istediğini bir başkası için de isteyebilmek, kendin için istemediğini bir başkası için de istememektir.”) ahlaki olanı seç.

9- Resmi öğretinin sana yüklediğine göre değil, inancının gerektirdiğine göre hareket et.

10- Hiçbir şey bir insanın canından daha kıymetli değildir.

DAĞARCIK

“Egemen, istisnayı belirler.” (Carl Schimit)