Batıl inanışlar, ya da doğru sanılan yanlışlar

“12 Eylül’de Özal değil, Turgut Sunalp bekleniyordu. Halkcı Necdet Calp da olabilirdi.

Evren’in kafasındaki model şuydu: İki partinin güçlü olduğu siyasi bir yapı kurulacak, hükümet sağ ve sol partiler arasında gidip gelecekti; bir Turgut Sunalp, bir Necdet Calp başbakan olacaktı.

Turgut Özal istenmiyordu. Çünkü anayasayı değiştirmekten korkuluyordu.

12 Eylül kurgusunu halk bozdu.”

(Ahmet Kekeç-Star Gazetesi)

Bir gazetede her gün yazan bir arkadaşımızın Salı günkü yazısından aldık bu bağımsız bölümü.

Tamamı bir başka yazara cevap niyetiyle yazılmış bu yazının, yukarıya aldığımız ve yazıdan bağımsız dediğimiz bu bölümüne (rakip) seçilen karşı tarafın itiraz etmesi veya sessiz kalarak onaylaması, ne bizi, ne de yazacaklarımızı etkileyebilir. Zira yorumlarımız, duruşumuzla alakalıdır.

Doğru diye pazarlanan yanlışlara karşı, insanımızı donanımlı kılmak, düşünce üretimlerine lojistik destek sağlamak amaçladır bu yazımız. Tuzsuz polemikleri reklam etmek değil.

Zafer mi, Hezimet mi

Üstünden 35 yıl geçmiş 12 Eylül’ün, bu kadarcık satırda birkaç tane yanlışla böyle yorumlanarak anlatılmasının bir tek sebebi vardır:

(Sağcı) yazar insanlarımızın, T.Özal’la 12 Eylül’de zafer kazandıklarına inanmış olmaları...

Kaybedilenlerin, hayaller ve ümitlerimiz dahil, hangi boyutlarda olduğunu hesaplamaya rakamları yetmeyenler, işte böyle ve hâlâ Özal pazarlamaya çalışırlar.

Biz, kestirmeden giderek doğrularını yazalım anlatılan olayların.

Bir: Meclis’te 2,5 parti olacak diyen Özal’dır ve partisinin buçuk olmaması için “Dört eğilim”i cem etmiştir.

İki: K.Evren, sınıf arkadaşı Sunalp’a karşı, alttan alta Özal’ı desteklemiştir. kurdurduğu hükümetlerdeki Özal’ın aktif rolü bir yana, 12 Eylül’ün ilk gününden ona borçlu kalmıştır.

O Cumadan hemen sonraki Cumartesi günü yayınlanan ve Özal’ın uyarısı, hatta iknası ile Pazar günü yürürlükten kaldırılan bildiri hep gözlerden saklanmıştır. Bankalardaki paralara el konulduğunu duyuran bildiriydi o diyelim de yetiversin.

Seçimlere katılmasına müsaade edilen 3 parti ne kadar oy alacaklar anketleri yaparken gazeteler, biz birinden, Milliyet Gazetesi’nin ne yaptığından bahsedelim. Veto komitesine en etkili onlardı.

Şu aday olmasa idi Sunalp’ın partisi önde olacaktı ama, benzeri yol göstermeler bir yandan kazanması isteniyor algısı oluştururken, vetolarla da uyumsuz insanlar topluluğuna dönüştürülüyordu.

Ve K.Evren’in seçimden hemen önceki o ünlü konuşması... Kurgu bozdu denilen halkın, siyasi tarihimizdeki en etkin yönlendirilmesidir bu olay. Sonraki ortak yönetim günlerinde de K.Evren muhalif gibi gösterilerek, Özal güçlü kılınmaya çalışılmıştır.

Sunalp siyasetten çekilirken yaptığı açıklamada, teğmenlik günlerinden beri hep süregelen K.Evren’inistememezliğinin neticesidir bu durum, gibi cümleler demiştir ama, kim duydu, kim okudu? Yahut unutmak en iyisi oldu. Yoksa nasıl çizilirdi zafer kazanmış Özal portreleri?

Köprü satılmadı ama, Meclis’ten koltuklar...

Dört eğiliminin içinde en güçlü grubun CHP  etiketi taşıyanlar olduğunu Özal biliyordu lakin yetinmiyordu. Daha fazlasını istediğinden, acaba barajı geçebilir mi kaygıları yayılan Necdet Calp partisine (Amerikan) yardımı yapmayı bir görev bildi.

İkinci köprüyü yapmış bir Özal, hayalinde o gün için olmadığını varsaysak dahi, Calp ile ne tartışması yaparsa, maksadın hasıl olacağını biliyordu: Köprüyü satmak!

Köprüyü sattırmam’dan başka hangi seçim kozu vardı Necdet Calp’in? Özal o akşam kamera karşısında bir “tiyatro” sahneledi ve oynadı. Calp artık baraj garantili olmuştu.

Yaptığı ihtilalin akşamı Amerika’dan “Bizim çocuklar başardı” ödülünü almış bir K.Evren ve Küçük Amerika olmak hayali ile “Bush”un evine girmiş, “Bush”un montunu giymiş bir T.Özal’ın birbirlerine muhalif olduklarını, 35 sene sonra dahi yazmaya cesaret edenler artık şu gerçeği kabul etmeliler: “Sağ” Özal vasıtasıyla “Sol”un, daha açık söylersek, CHP’nin hizmetine sunulmuştur. “Sağ” Özal ile bir oyuna gelmiştir.

T.Özal’ın “Sol” adına gerçekleştirdiği hedeflerden biri de 12 Eylül’ün kapattığı ve devletin olan mallarını devlete aldığı CHP’yi diriltmekti. Başarılı oldu. Demirkırat geleneğinin partileri ise çoktan aç kapalardan dolayı yalama olmuştu ve vida tutmuyordu.

“Sağ”ı, ilçe yaptığı Bağcılar gibi yeni şehirlerle oyalarken, bugüne kadar hep CHP’nin elinde olan sorunsuz ve zengin ilçeleri, CHP’lilere vermesinin hesabını ise geleceğin sosyologları yapmalıdır.

İnsanlar değişemedikçe, anayasalar değişir

Anayasa’nın değiştirilmesinden korkuluyormuş.

Gel de inan!

Bugün siyaset mezarlığında yatan ANAP’ın insanları, iktidar partisinin içindeler. Yok olup gitmediler Özal gibi...

Ve o günden beri hâlâ Anayasa değiştiriliyor bu ülkede?

Özal’ı belleyip durmak belleksizliktendir.

Özal’ın tek başına garantisi aldığı günlerden birinde, Topkapı’daki binamızın mescidinde rahmetlik Hoca’mızı dinliyoruz. Bize Özal üstünden Türkiye’nin geleceğini anlatıyordu. Operasyon adamı Özal’ın, ülkeyi enflasyon batağına saplayacağını, liramıza hayal edemeyeceğimiz kadar değer kaybettireceğini, insanların hafızalarını geçersiz rakamlara boğacağını hep anlattı.

Hoca’mızın bu izahlarına inanmakta güçlük çektiğim ve şimdi o halime utandığım o günlerde Özal, evlerimize yüzde 10 seviyesinde olan enflasyonu sıfırlayacağını garanti eden imzalı mektuplar gönderiyordu. Biz de mi kanmıştık?

Özal, insanımızın hafıza depolarını yok etmiş, hatırlama gücünü elinden almıştır. Bugün ne o yılların çocuklarının akıl kayıtlarında vardır, ne de ticaret erbablarının, harcadıkları para miktarı ve hangi değere tekabül ettiği...

Sebebi şimdi çaresizce yiyeceklerde aranan ve hızla sayısı artan hafızasızlık teşhisli hastalığı tetikleyen yılların sorumlusu Özal’ı, hâlâ zafer kazanmış bilmek de ondan kalmış bir netice olabilir.

Damatlarından belli olur bir iktidar

Elbette T.Özal’ın “Sağ”ımıza kazandırdıkları sadece Anayasa değiştiren politikacılar değil, damatların olmasını ve damatlarla birlikte yaşamayı da o öğretti mirasının peşindekilere... T.Özal’ın iktidar günlerinde, haksız kazançlı işlerinden dolayı “Davul delen jaguar” armalı partiler kurduran damadına karşı duramayanlar, bugün iktidarın ünlülerinin damatlarını, partimizin yetkilisi değil, sözcüsü değil diye savunmalara duruyorlar. Fark bu kadarcıktır.

Korkuluk olmayanlar korkutucu mu olmuş?

Damat deyince, savunma deyince, bir internet sitesi kalmeşorunun şu yazdıklarını paylaşmazsak olmazdı. O da vuruyor derenin kuşlarına, hem de derenin en ağır taşıyla.

“İki kişi...

İki hayırsız damat...

Hasta numarasına yatan bu ikili korkarım AK Parti’nin oylarına da sirayet edecek...”

“15 Temmuz gecesi, kendini kahpe kurşunlardan sakınması gerekirken, Tayyip Erdoğan’ın dibinden ayrılmayan, otobüsünün üzerine çıkıp kayınpederi gibi, hainlere meydan okuyan Berat Albayrak...

Şımarık ve sırnaşık olmadı hiç!

Hayırlı bir damat oldu...” (Hadi Özışık-İnternet Haber)

Bardağın dolu tarafı da var derken internet kalemşoru, skorun ikiye bir olduğunu da, üstelik korkutucu, korkutan olmalarına rağmen, gözlerden saklıyor.

O iki damat, biz olmasaydık, hayırlı damadın hayırlı damat olduğunu nasıl anlayacaktınız deseydiler, cevapları ne olurdu acaba?

Adı geçmese de aslında bir sitem yollamış sayın kalemşor ana muhalefet ve diğer yandaş muhalefete. Damat konusunda da AK Parti’yi yalnız bıraktınız; örneklenecek damatlar yetiştiremediğinizi affetmeyeceğiz!

Özal, damadıyla Özal’dı,

AK Parti de damatlarıyla AK Parti’dir!

“Sağ”cıların cephesinde değişen bir şey yok. Sayılar arttı sadece.

Arda peşinde “babası yaşında”

Herkesin konuştuğu ve daha çok linçsever medya elemanlarının, kapalı kutu arenalarında parçalamaya çalıştıkları “Arda olayı”nı biz, Sergen’i anlatarak analiz etmek istiyoruz.

Ünlerini haketmiş futbol dünyası insanlarının değerlendirmeleri ve takdirlerinin çok ortak noktada birleştiği ender futbolculardandır Türk Sergen.

Yeteneği, kapasitesi, zekası, estetik katkısı bir futbol adamlarınca görülmedi. Basın mensubu tanımlı ve icabında babası yaşındaki kartel elemanlarınca da görüldü.

Fakat bu görme şekli, magazin malzemesi yapmak, değersizleştirmek, biz istersek seni yok ederiz hırslarını tatmin etmek üzerine kurgulanıyordu hep. Zira bu ülkede oluşturulan Başbakan astıran basıncılar geleneği, yetişme üslupları bakımından spor sayfası elemanlarını da kapsıyordu.

Sergen bu hallerini anladı onların ve mücadele etmeye karar verdi; mizahi ifadelerle alaya alarak, eğlenerek... Ondan istedikleri gece görüntülerinin bir fazlasını verdi. Buyrun ne yapabilecekseniz dedi... Onların seviyesinde kalmayı tercih etti, Avrupa’da olmayı, orada oynamayı tercih etmedi.

“Kicker” adlı spor dergisinin Sergen hakkında yazdıkları da paylaşılıyor internet dünyasında. Bu değerlendirmeyi okuyunca, eyvah biz ne yaptık sorusunu kendine soran bir tek eleman çıktı desek, kim inanıp da sevinir?

“Eğer Türkiye’de doğmasaydı...” kelimeleriyle başlıyor Kicker’in kanaat raporu.

Türkiye’de doğmasaydı...

“Ben doğarken ölmüşüm” diye şarkılar bestelememiz boşuna değilmiş mi diyeceğiz, yoksa üzülecek miyiz?

Bu ülkenin insanı isek, üzüleceğiz elbette.

“Eğer Türkiye’de doğmasaydı, şu anda biz 2. Maradona’dan bahsediyor olacaktık.”

Ülkemin böyle anlatılmasında Sergen mi etkendir, yoksa onun Avrupa’da oynayan futbolcu hayalini yok eden basın elemanları mı, sorusuna doğru cevap ikinci şık olur.

“Arda olayı”na da buralardan bakarsak, “Sen Avrupa’da oynasan da yine bizim magazin malzememizsin” diyen kartel elemanlarının komplekslerini görürsünüz.

“Babası yaşındaki adama...”

Ne demek bu?

Kendi yaşıtı olsaydı, olabilirdi, mi?

Babası yaşındaki adam diyorlar da, babası yaşındaki adama, senin orda ne işin var, tam teşekküllü hastaneden raporun mu var, neden kahvehane sandalyasında değil de uçak koltuğunda oturuyorsun, sizin kartelde dokunanlar hep Hint kumaşı mıdır sorularını sormuyorlar.

Bir Türk Arda’nın, Avrupa’ya kendini kabul ettirmiş bir Türk Arda’nın kabahati, babası yaşındaki (aslında dedesi yaşındaki) medyacılara göre, “Eğer Türkiye’de doğmasaydı” dedirtmemektir.

“Arda olayı”na buradan bakmak, kompleksiz ve doğru bakmaktır.