Mısırlı prensesle, Osmanlı kâtibinin aşkının anlatıldığı masalı duymadınız belki de.
Aşkın, şefkatin, iyiliğin, cömertliğin, tevazuun Tac Mahal’inin önünden geçmektesiniz oysa her gün.
Çoğumuzun hikâyesini bilmediği.
Üsküdar’ın o en güzel pastoral manzarasında.
Ağaçlar altındaki türbelerinde yan yana yatan iki âşık.
Prenses Zeynep ve Kâmil Paşa’dan bahsetmekteyim.
Bugün artık yaşanmayan aşkların, mal biriktirenlerin insanlara dağıtmadığı dönemleri sarsan, hayatlardır onların ki.
Yusuf Kâmil Bey arif, İz’an sahibi, şair ruhlu, ince, zarif bir kâtiptir.
Mısır’a tayini çıkar.
Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın ince, zarif, duygusal kızı prenses Zeynep ile yolları bir vesileyle karşılaşır.
İki genç de, birbirlerini tamamlayan elmanın yarısı olduklarını anlarlar.
Fakat hazinelerin sahibi ama okuma yazma bilmediği söylenen Kavalalı ne anlardı; şairden, ince ruhtan.
Kâmil Bey bir kâtipti işte, kızının dengi değildi.
Ne ki koca orduları ile ülkeleri titreten Kavalalı, kızının aşkı karşısında yenik düşmüştü.
Gözünün bebeği yavrusunun sevgisine saygı duyup Kâtibin makamını yükseltip görkemli bir düğünle onları evlendirmişti.
Fakat sanki bu kadar mutluluk fazla mı gelmişti ne, adeta bu aşka nazar değmişti, aileden bir yeğenin Kâmil Bey’in siyasi görüşlerinin kendi fikirlerine aykırılığını beyanı ile âşıklara ayrılık düşmüştü.
Sultan Abdülmecid’in hamleleri ile iki âşık bu kez İstanbul’da nikâhları tazelenerek, ölümden sonra bile ayrılmamacasına birleştirildiler.
Hem böylesine birbirlerini sevip hem de uzun bir ayrılığın düştüğü iki ince ruh, adeta aşklarını taşa toprağa nakışlayıp hayır eserleri için kolları sıvadılar.
Bu ayrılık esnasında kâtip, paşalığa yükselmiştir; tıpkı masallardaki gibi serveti prensesi geçmiştir.
İkilinin bir hayali vardır; kadınların, çocukların ücretsiz tedavi edileceği bir hastane kurmak, yaşadıkları Üsküdar’da 1862’de gerçekleşir.
İyilik karşılığını vermiş gibi 1863’de Abdülaziz’in sadrazamıdır, Kamil Paşa; yani bugünün başbakanı.
Herkesce sevilen irfan sahibi ince başbakan şiirler yazar; ilk çeviri roman Telemak onun eseridir.
Fakat taşla, hayır eserleri ile de şiir yazmak muradıdır.
İki âşık adeta hayırda yarışmaktadırlar. Yusuf Kâmil Paşa, sanki Nisa hastanesinin şerefini sevdiği eşine bırakıp Darüşşafaka’yı kurmakla kalmamış; yol, cami, mescit, çeşme, mektep, tekke, yoksul evleri ile halkın gönlünde taht kurmuştur.
Paşanın vefatı ile yalnız kalan prenses, ancak iyilikle bu ayrılığın acısına katlanabilmiştir. Servet sahibi olsa da; sohbet insanı idi, çevresi bu kıymetli incinin edep ve görgüsünden, sohbetinden istifade edebilmek için insanlarla dolu idi.
Gelenler onun evinden öğreniyorlardı ki; prenses ihtişamı misafirler için uyguluyor, hizmetçileri ipekler içinde dolaşırken kendisi lüks salonunda değil, sade basma kumaşla döşenmiş mütevazı bir odada bir minder üzerinde oturuyordu.
Fatma Aliye Hanım, prensesin kendi yaptırdığı Nafili Tekkesi’nin açılış gününü nakleder. Bir ziyafet vermiş ve zengin dostları kadar fakirleri de çağırmıştır. Devlet ricali, vekillerin yediği bakır sinilerdeki lengerlerdeki yemeklerden fakirlerde yemişlerdir. Misafirlere hizmet eden hizmetkârlar arasında koşturan; sade, beyazlı basma elbisesi içerisinde prenses de vardır. Asıl büyüklüğün ne olduğunu bilen “büyük bir kadın”dır o.
Şimdi Zeynep Kâmil Hastanesi’ne gidenler, bahçede ulu ağaçlar altında mutlu bir masalın kahramanı iyilik perisi, iki aşığın sonsuza dek sandukalarında yan yana yattığı türbeye uğrayıp mutluluğun resmini muhakkak görmelidirler.
Onların kulakları, yeni doğan bebeklerin çığlıklarında. Anneler kucaklarına aldıkları her çocukla, onlar da mutlu olmakta, birbirlerine sevgi ile gülümsemekte, ötede devam eden aşkları daha da perçinlenmekte.
Fakat en önemlisi bizim Tac Mahal’e varan herkes, onların mutluluğundan taçlanmakta, yüreklerine bulaşan huzurla oradan gülümseyerek ayrılmakta.