Bir gazete yazısından iki paragrafı özellikle okumanızı istediğim için alıntılıyorum.
"Osmanlı mimarisi, harikulade bir terkiptir Yeni bir tabir kullanacağım: "Muhteşem sadelik." "Vakarlı ihtişam" da buna yakın duran bir kavramdır. Bir başka yakın duran kavram, "müşfik mehabet"tir.
Osmanlı mimarisi bir güzellik felsefesi, (estetik) kitabı, külliyatı, destanıdır. Eski bir muhafazakar siyaset adamı alaca-bulaca kravat takardı ve ben hep bu muhteşem sadelik felsefesini niçin hiç okuyamadığını merak eder dururdum. İlgisi yok diyeceksiniz ama, mefhûmen ilgisi var. Güzelleşme çabalaması, gayretkeşliği, farfaralığı, gösterişçiliği, hafifliği, çırpınışı, çarpıcılığı, itidal ve adap ihlalcilği, maharetiniz ve malzemeniz ne olursa olsun çirkindir. Ben bu mesajı eski camilerin silüetinde okuyorum satır, satır. O camiler bir estetik öğretmeni, eğitmenidir aynı zamanda. Tabii, bakmasını, görmesini, okumasını bilirsen.
(Zaman Gazetesi Ahmet Selim yazısı: 26 Temmuz, Perşembe: Başlığı: Muhteşem sadelik, vakar ihtişam, müşfik mehabet.)"
Bahis mevzuu yazı başlıkta anlatıldığı gibi Osmanlı camii mimarisi üstüne. Yani bu fakir böyle büyük mevzuuları bilemediğinden, küçük olan kravat üstüne yazabileceğini sanmıştır. Arzederim!
İnsanların birbirlerini gülümsetmek için anlattıkları o güzel fıkrayı hatırlayın: Adamcağız Arabistandan dönmüş. Etrafını hemen sarmışlar. Yediğin, içtiğin senin olsun gördüklerini anlat misali.
- Arapça öğrendin mi
Demekki adam Arapça öğrenecek kadar kalmış olmalı.
- Öğrendim, öğrendim!
Sizden farklıyım, havası var değil mi bu cevapta. Ne kadar farklısın; bir görelim bakalım.
- Deveye ne derler
Soru büyük gelmiş olmalı.
- Arapça öğrendik dediysek, o kadar da büyüğünü değil.
Anlaşıldı. Cevap küçük olacaksa, soru da küçük olsun.
- Peki, tavuğa ne derler
Küçük dediysek, o kadar da değil yani. Hem sizler, benim ne kadar Arapça öğrendiğimi ölçecek metodu da bilmiyorsunuz. Fakat ben size fazla yormadan anlatıvereyim.
- Keçiyi de bilmem ama, koyuna anam anam diyorlar. (Ganem: Arapça,isim, koyun)
Bu yeni arapça öğrenmiş insanımız gibi düşünün bu fakiri ve neden "kravat"a takılıp kaldığını anlamaya çalışın. Kapasite meselesi, bulunulan yer meselesi, nasip/kısmet meselesi, sevgi saygı hoşgörü meselesi ya da maişet motoru ancak böyle çalışıyor meselesi. Ne sayarsanız sayın.
Önce tanımda bir duralım: Eski bir muhafazakar siyaset adamı... Kim bu
Tanıdığınız, sevdiğiniz, saydığınız, oy verdiğiniz; ardına düştüğünüz muhafazakar siyaset adamları gözünüzün önünden geçmeye hazırlar. Lakin siz, az tanıdğınız ve unuttuğunuz muhafazakar siyaset adamlarını da katmak için yürüyüşe, hafızanızı zorlamaya başlayın. Tesbitiniz zamanımızın yazarıyla kesişmeli. Mübarek günleri yaşıyoruz. Ne olur, ne olmaz!
Elemeler başlıyor: "Alaca-bulaca kravat takardı" tanımına uyan kim
Tanıyabildiğiniz, tanımaya çalıştığınız, bildiğiniz, gördüğünüz veya icraatlarını duyduğunuz kravatlı muhafazakar siyaset adamı kim
Mesele kravat takmayan olsaydı, herkes hep bir ağızdan Osman Yüksel Serdengeçti diye bağırırdı.
Derlerki: Seçmenleri arasında partisinin tescilini "Ehven-I Şer" sıfat tamlamasını kullanarak yaptıran Demirel, Osman Yüksele inat çıkardı, milletvekillerine kravat takma zorunluğu getiren kanunu. Peki, siz bu kanundan sonra ne yaptınız, sorumuza; kravatı belime bağlayarak gittim, diye cevaplamıştı merhum Serdengeçti.
Acaba İstanbul camilerinin vaaz kürsülerinden Meclise gidenlerden biri midir anlatılan Ama onlardan akıllarda kalan, Demirelin yanında yarı rüku halinde duruyorlar, cümlesi var hafızalarda. Kravat yok.
Yoksa, sekiz senede randevu talebime bir kez olumlu cevap vermedi diyerek Demireli şikayet konusu yapan hocaefendi mi
Ve yine acaba, otuzdokuz küsur sıfatlı Demirel milletvekili hocalardan biri midir bu anlatılan şahıs. Kravatlı resimleri nerelerde yayınlanmıştı bunların
Kim, kim, kim
Murat Çobanoğlu türküsüne döndü sualimiz. Yani, öyle ise, yoksa, yoksa...
Köroğlunu çaya teper!
Tamam, şimdi buldum. Araya bu reklam cümlesini alarak bir cevap verelim.
Köroğlunu çaya itmiş olmalı, atından düşürmüş olmalı, forsunu indirmiş olmalı, havasını söndürmüş olmalı.
Bir tek cevap geliyor akıllara değil mi
Necmettin Erbakan!
Bizim güzel bulduğumuz ve yine estetik, zevkli ve değişik bir kravat takmış Hocamız dediğimiz anlarda zamanımızın yazarının yüzü buruşuyormuş; gözleri alaca-bulaca gördüğünden...
Acaba, neden
Güzelleşme çabalaması, gayretkeşliği, farfaralığı, gösterişciliği, hafifliği, çırpınışı, çarpıcılığı...
Bir kravat görünce sadece bunlar mı gelirmiş aklına zamanımızın yazarının Dahası var.
"İtidal ve adap ihlalciliği" de katılıyor işin içine.
Sahneyi hayal edebiliyor musunuz. Bir tv ekranından seyrettiği (yüzyüze olamayacağına gore.. tahnimizce) bir muhafazakar siyaset adamının boynunda alaca-bulaca bir kravat gören bir adamın (yazar olması şart değil) aklına, beynine, mantığına, felsefesine yukarıda saydığı eylemler hücum ederse, o adama elleri arkadan bağlayan o beyaz gömleklerden giydirip, o beyaz arabalara bindirip, bir hastaneye götürmek gerekmez mi
Bu noktada müdahale edebilir, mahkemenin Barodan istediği müdafaa vekili şunu diyebilir: Zamanımızın yazarının böyle bir kastı ve niyeti yoktur. Kravat okuma ihtisasının olduğunu vurgulamak istemiştir.
Biz de inanırız. Yassıadalarda çok gördük, kafa içi okuyan savcıları... Zamanımızın bir yazarı kravat okumuş çok mu
Bir hayal kırıklığı mı yaşadık "Eski bir muhafazakar siyaset adamı"nı yeniden yazma ihtiyacı hissettiklerinde zamanımızın yazarları, "yokluğunda buldum seni" vezinlerine gelsinler/gelmiş olsunlar mı istiyorduk
Meclis komisyonuna ifadeye gelen 28 Şubatın çakma ihtilalcileri hala diyorlarki: Sincanda tiyatro, Başbakanlıkta iftar, Çarşambada çarşaflı kadınlar... 28 Şubat mecburdu yani.
İşte onlarla aynı kapta olmamak için dahi...
Anlayamadık, bilemedik, oyuna geldik, kandırıldık deme faziletini göze almak da bir fazilet değil mi
Fazilet ehli olmak mı O eski bir muhafazakar siyaset adamının fazilet adlı bir partisi de vardı ama...
Bakmasını, görmesini, okumasını iyi bildiğini iddia eden, - ki öyle olduğuna biz de inanırız- zamanımızın yazarına en ufak, en küçük bir kızgınlık halimiz ve saygısızlığımız olduğunu sanmak/söylemek en azından bu fakiri anlamamak demektir.
Öyle ise ne demek istedik
Kapasite meselesi, bulunulan yer meselesi, nasip/kısmet meselesi, sevgi saygı hoşgörü meselesi ya da maişet motoru ancak böyle çalışır meselesi... Demiştik başta. Özeti şu:
Alaca/bulaca, cafcaflı, renkli, işlemeleri göz alıcı kravatlar takan rahmetli Hocamızı çok özlüyoruz.
Anlaşıldık mı bilmem!
BİR KURTULMUŞ, BİR KUTALMIŞ
AKP lideri Erdoğanın, takdirkarları gazetecilerin dedikleri gibi tam zamanında ve doğru tercih yaparak partisine kattığı ve milletvekili yaptığı Kutalmış Türkeşin bir artist kızımızla Ege sahillerinden resimleri yansıyınca medyaya, insanımız yine AKPlileri konuşmak durumunda kaldı.
Kaseti mi çıktı Ne olmuş
İlk savunma cümlesi bunlar. Sonrası teferruat...
O da tam zamanında doğru teklif/tercih yapıyor olamaz mı o artist kıza Kimbilir, belki de...
Kutalmış Türkeş... Bir Türkeş oğlu...
Ne olmuş bir kıyıda AKP turizmine katkıda bulunuyorsa
Bir kerecik bile olsa ortaya çıkıp "Babamın partisi" dedi mi çocukcağız
Kut-almış, bakalım daha neler alacak
BATMA(N)YANLAR
"Batman-Kara Şovalye" filminin ilk gösterimindeki katliamda 12 kişi ölmüştü.
Haberin devam ilginç.
Katliam filmin gösterimini olumlu etkiledi. Gişe hasılatı düşmeyen film, rekora doğru gidiyor.
Bu ülkede yaşanan 70li yıllarda bir taktiği vardı solcularımızın. İddialı oldukları bir tiyatro tutmadı mı Daha ilk günlerde boş mu kaldı salonlar
B planı devreye girerdi bir akşam. Ve biz de okurduk olayı ertesi gün gazetelerinde.
"Sağcılar filan tiyatroyu bastılar "
Birkaç kırık koltuk, sandalye ve devrilen masa resmi yan tarafta...
Daha ertesi günün haberi ise, tiyatrolarına sahip çıkan solcuların uzayan kuyruklarının yorumu gibidir. Madem öyle, işte böyle.
Yok, yok! Amerikan Batmancıları bize benzememiştir.
Malzemeci geldi, Medyacı hanım!
Her Ramazanda sakız çiğnemek orucu bozar mı tartışması yapmaktan usanan ve bu Ramazanda ağzına hiç sakız almayan kartel medyasının imdadına ilahiyatçı bir Bayındır Hoca yetişmiş.
İmar planları yıllar önceden hazırlandığını sandığımız bu imar edilmiş, mamur hale getirilmiş ilahiyatçı demişki:
Üç aylar da yok, kandil de..
Teravih kılınmıyordu.
Kefaret orucu diye bir şey yok.
En ilginç iddiası sonuncusu. Sanki Demirelden ilham almış gibi...
Ne demişti Demirel Dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulmaz.
Peki, ilahiyatçı Mamur Bayındır hoca ne diyor Dünkü kaçan oruç, bugün tutulmaz!
ŞEN OLASIN HALEP ŞEHRİ
Barış Mançoyu severim. Sebeplerimden bir tanesi de "işte Halep, işte arşın" şarkısıdır.
Bu ülkede Halep sevgisinin tavan yaptığı günlerde, biraraya gelmiş bu ülkenin insanları yine HalepI konuşurlarken, içlerinden biri şöyle anlatmış sevgisini:
Ben Halepte iken yedi arşın atlardım!
İşte o gün, o sohbetten çıkmış dilimizden düşmeyen ve insanları ölçülü olmaya çeken o darb-ı mesel:
Halep orada ise arşın burada.
Fakat ben hala inanırım; bu ülkenin HalepI seven çocuklarının Halepte 4 metre 76 santimi atlayabileceklerine...
Şimdi bombaların üstünde atlıyormuş orda çocuklar.
Şen olasın Halep şehri, diye dua ettiğimiz Halep şehri bundan sonra yas mı tutacak yoksa.
Kaderine razı olmuş, çilelerinin zevkine varmış insanların, gitmeye yakın günlerinde dünyada gözlerinin olmadığını deklare ettikleri o güzel Halepli cümleyi ben daha çok severim.
İşte geldik, gidiyoruz! Şen olasın Halep şehri...
Necip Fazıl son eseri Bab-ı Aliyi bitirirken destansı vedasını böyle bitiriyordu.
İşte geldik, gidiyoruz! Şen olasın Halep şehri.
Dualarımız Halep üstüne...
TARİHTE MİZAH
Haklı bir cevap
Başarılı bir devlet adamı olduğu kadar, divan edebiyatının başarılı bir şairi de olan Koca Ragıp Paşa, yaradılış yönünden, neşeli bir kişiydi. Zaman zaman halk arasına karışır; onlarla şakalaşır söyleşirdi.
Ağır devlet işlerinden bunaldığı günlerden birindeydi. Biraz ferahlanmak için, yakın bir iki arkadaşı ile, şehir içinde bir gezintiye çıkmıştı. Dolaşırken, bir ara yolu Kuyucu Murat Paşa türbesine düştü. Ragıp Paşa, buranın türbedarını tanıyordu. Çok temiz kalbli, efendi, lakin sinirli ve alıngan bir tipti. Ona biraz takılmaya karar Verdi; yanındakilerle beraber türbeden içeri girdi.
Türbedar, sadrazamın geldiğini görünce, telaşla ona koştu, saygı vazifesini yaptı. Biraz dinlendikten sonra konuşmaya başladılar:
- Türbedar efendi; sen, burada yatan kimsenin eski ve değerli bir devlet adamı, büyük bir komutan olduğunu biliyorsun değil mi
- Biliyorum efendimiz.
- Onun türbesine çok dikkatli olmalısın.
- Evet efendim, esasen çok dikkat ediyorum.
- Güzel, memnun oldum. Tabii her gün sandukasının tozlarını alıyorsundur.
- Muntazaman alıyorum efendimiz.
- Sandukanın üstündeki kavuğun tozlarını da alıyor musun türbedar efendi
- Tabii efendim; sandukayı temizlerken, onu da ihmal etmiyorum şüphesiz.
- Çok iyi yapıyorsun. Zaten rahmetli büyük ve saygıdeğer bir adamdı.
- Tekrar rica edeyim; türbenin, sandukanın temizlenmesinde, kavuğun tozlarının alınmasında bilhassa dikkatli ol.
- Başüstüne efendim; bundan sonra daha da dikkatli olacağım
- Türbedar efendi; aman her gün silip süpürmelisin, bu iş hiç ihmale gelecek işlerden değildir.
Sadrazamın, bu aşırı tenbihleri türbedarı sinirlendirmeye başlamıştı; fakat dişlerini sıkarak:
- Etmem etmem, merak buyurmayınız. Diye homurdandı.
Ragıp Paşa, onun köpürdüğünün farkında değilmiş gibi devam ediyordu.
- Malum ya, büyüklere saygı borcumuz sonsuzdur: onun için üzerinde duruyorum. Sandukasında, kavuğunda, sarığında hiç toz bulunmasın..
Bir süredenberi (Lahavle) çekmesine ragmen artık daha fazla dayanamayan türbedar, nihayet patladı:
- Size saatlerden beri (Peki) diyoruz ya a devletlim; diye bağırdı. Fakat birazcık tozlu da olsa ne lazım gelir Bu merhum yerinden kalkıp da düğün, bayram alayına gidecek değil ya.. Bu kadar temizlik ona yeter de artar bile.
Ragıp Paşa, adamı kızdırmış, muradına ermişti. Gönlünü alıp hediyeler vererek, türbeden ayrıldı.
TEKERRÜR
Arada bir anı sanı duyulmamış AKPliler konuşturuluyor medya gazetelerinde. Dönsünler, onları istiyoruz! Gibi şeylerdir söyledikleri.
Davetleri hep burdan gidenleredir.
Gelsinler, yerlerini hazırladık, garantileri de var.
1950li yıllardaki bir gazeteden aldık aşağıdaki haberi. Şimdi yorum yapmayacağız. Eylül günlerine bir hazırlık olsun diye koyduk, işte.
VAH TÜRKÇE!..
Milliyet gazetesinin 5 Ekim tarihli sayısında, birinci sayfada "Evvela Türkçeyi yaz" başlıklı enteresan bir havadis var. Demirbank, yeni bir şubesinin açılışı münasebetiyle bazı kimselere içinde Türkçe bir tek kelime bulunmayan, bir tarafı Rumca bir tarafı da Ermenice yazılı davetiyeler göndermiş. Milliyet gazetesi, haklı olarak bu münasebetsizliği teşhir ediyor. Ama bakın bu havadisi nasıl yazmış:
"Bir banka ajansının açılışı münasebetiyle dağıtılan davetiyeler, yüksek tahsile devam eden bazı gençleri infiale düşürmüş ve emniyet makamlarının zamanında aldığı terbirler sonunda önlenmiştir."
Ben birşey anlıyamadım. Önlenen nedir Siz anladınız mı Esat Mahmut Karakurt bile, sekizinci baskısını yapan en güzel romanında böyle bozuk Türkçe kullanmamıştır.