Bir açıdan bakıldığında, insanın kötü, çirkin ve yanlış olanı yapması için, bunlara müsait bir yeteneğe sahip olması gerekir. Bir an için fıtrat ya da doğa ve irade olgularını mahfuz tutalım.

Gerçekten, aynı şartları haiz olan biri kötü veya erdemsizlik olarak bilinen yalan söylemeyi, su içercesine rahatlıkla icra ederken, bir diğeri bunu yapmak istediğinde ağzına gözüne bulaştırmakta, yani yalanı yalan olarak söylerken kendini ele vermektedir. Burada yalanı rahatça söyleyenin belli ölçüde bir yeteneğe sahip olduğunu, diğerinin ise yeteneksiz olduğunu tespit edebiliriz.

Şartların, mesela yaşları aynı olsun, gelir düzeyleri eşit, eğitimleri aynı seviyede bulunsun, yine de yeteneklerini sergilemede, ortaya çıkan sonuç bakımından bir farklılığı görebiliriz.

Elbette, böyle bir örnek, insanı ve hayatı açıklamada yetersiz kalır, ama Karadenizlinin deyişiyle “mesela dedük” diyelim. Fakat kötülüğün, çirkinliğin, batılın icra edilmesinde, fıtratın, daha anlaşılır olması bakımından “huy”un yanında, öncelikle iradenin, yani bilerek istemenin belirleyici etkisi açıktır. “Fıtrat”ı dar, bir yönüyle de özel bir anlam, bir başka ifadeyle, paranteze alarak değerlendirmek gerekir. Bunun felsefe, metafizik ya da ilahiyata yönelik boyutunu Hıristiyanlıktaki “İlk Günah” inanışında görmek mümkündür.

Çünkü insan “fıtratı” gereği doğarken “günahkâr” olarak dünyaya gelir. Aslında dünyaya gelme ibaresi üzerinde de, Hıristiyanlık bakımından tam bir mutabakatın olduğundan söz edilemez. İnsan, dünyaya, yeryüzüne “sürgün edilmiş” ya da “düşürülmüş”tür.

Demek istediğim şu: kötülük, çirkinlik ve batıl olanın yapılması, belli bir yeteneği gerektirir, derken, bunların karşıtı olan iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun gerçekleştirilmesi, yeteneğin kendi doğal akışı sayesinde hemen sonuç vermez görünmektedir. Mutlaka yeteneğin belli bir işleme, mesela eğitime tabi tutulması gerekmektedir.

Dolayısıyla, kısa ifadesiyle emek verilmeyi, çaba sarf edilmeyi şart koşar bir mahiyet göstermektedir.

Başta Ortadoğu olmak üzere, İslam ülkelerinde iyinin, güzelin ve doğrunun kurulması, etkin ve egemen olması, bireylerin ve toplumların hayatlarına nüfuz edebilmesi, yeteneklerin belli bir kıvama gelmesini adeta zorlamaktadır. Yani emek, çaba, tahammül, sabır, basiret, feraset, bilgi ve bilgelik istemekte, şiddetle beklemektedir.

Sözgelimi barış. Yıllar değil, nerdeyse yüzyıllardır savaş, kıyım, katliam, sefalet, yoksulluk, cehalet adeta kol gezmekte. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde şair Mehmet Akif bu illetleri, kötülükleri, çirkinlikleri acıyla dile getirmişti. Bugün hala, belki şiddeti ve yaygınlığı daha da artmış olarak görüyor, tanık oluyor, yaşıyor, duyuyor, anlatmak istediğimizde ifadeden aciz, yorgun ve bitap düşüyoruz. Bunların yerine barışı hatırlayıp ona dönülse, o anlatılsa, özlemler onun adına dile getirilse, fıtratımızın, doğamızın, huyumuzun, hamurumuzun ve yeteneğimizin onunla karışılmış olduğu kavranılsa, o zaman gerçek kişiliğimizin, kimliğimizin, varlığımızın ve özümüzün bilincine ereceğiz. Barışı kuracak “mücahede” o zaman anlamına, hikmetine, maksuduna ulaşacaktır belki de.

*İdrak edeceğimiz Kurban Bayramının siz değerli Milli Gazete okuyucularına ve bütün Müslümanlara barış, huzur, selamet, mutluluk getirmesini diler, Bayramınızı tebrik ederim.