Soyut olarak “anne”yi önemsiyoruz, hatta Hz. Peygamber, cenneti annelerin ayakları altına seriyor. İslâm’da Allah’a itaatten sonra anne ve babaya itaat anılıyor. “Anne” için ne kadar övgü, ne kadar minnet ifade edilse azdır diyerek ben de bu sürece katlıyorum. Gerçekten eli, ayağı öpülesi anneler var. Onlar her türlü saygıyı ve sevgiyi hak ediyorlar. Zaten kıymet bilen evlâtlar bunun farkında ve üzerlerine düşen görevleri yapmaya çalışıyorlar. Onları üzmedikleri gibi ellerinden gelen maddî ve mânevî desteği sağlıyorlar!
Ancak her “anne” bu saygıya ve sevgiye lâyık mıdır, bu kadar kutsanmayı hak ediyor mu İşte burada ayakların yere basması gerekiyor. Nice “anne kılıklı caniler” var ki bunlara “anne” demek anneliğe haksızlıktır. Hatta son yıllarda “doğurdukları çocuklar” tarafından katledilen, yaralanan ve şiddete maruz kalan annelerin sayısı düşünüldüğünde durumun vahameti çok daha iyi anlaşılır. Annesi yerindeki öğretmenini döven, yaralayan ve öldüren öğrencileri de bu bağlamda düşünmek gerekir.
Dünyada “anne”ye karşı işlenen bu cinayetlerin ülkemizde de yaşanmaya başlaması düşündürücü ve hatta korkutucudur. Olumsuzluk içerikli bu tür sosyal olaylar, önce Amerika ve Avrupa gibi “gelişmiş” ülkelerde başlıyor, bir müddet sonra da bizde ve diğer müslüman ülkelerde kendini hissettirmeye başlıyor.
Çocuk, anneye her bakımdan bağlı ve bağımlı olduğu için, biyolojik ve psikolojik olarak beklediklerini “anne”de bulamayınca, annesini elinden aldığını düşündüğü her şeye düşman olmaya başlıyor. Çocuğun “ilgi-sevgi”ye olan ihtiyacı yemeye olan ihtiyacından daha fazladır. Çocuk, anneyi her ihtiyacını karşılayan biri olarak görüp, çevresinde bulunan herkesten onu ayırıyor ve kıskanıyor. Çocuğun “Benim annem” diyerek çevresine verdiği “mesaj”, her yaşta kendini belli ediyor. Çocuk, anneyi kimse ile paylaşmak istemiyor.
Oysa “modern dönemde” anne parçalanmıştır, annenin kendine göre öncelikli bir hayatı oluşmuştur. Hiç unutmuyorum, on yedi yaşındaki kızı epey sorunlu hale gelmiş bir anneye, “Kızınızla biraz ilgilenseniz iyi olur” dediğimde, “Ne münasebet! O artık on yedi yaşında, onun kendi hayatı var, benim de kendi hayatım var. O kendi hayatını yaşıyor, ben de kendi hayatımı yaşıyorum. Ona ayıracak vaktim yok!” dediğinde söyleyecek söz bulamıştım. İşte modern anne!
Bu arada çocuk, “cahil anne” ve “cahil baba”nın elinde suç işleme aletine dönüşmektedir. Anne ve babanın “bencil düşünceleri” çocuğun kendisi olmasına engel olmaktadır. Annenin, şiddetin kaynağı oluşu “tahsil”le de ortadan kalkmıyor. Elbette şiddeti besleyen “cehalet”tir, fakat tahsil gören annelerin de şiddetteki payı hiç de yabana atılacak cinsten değildir. Çocuğun tam da ihtiyacı olan yetişme ve gelişme çağında, çalışan annenin, çocuk tarafından çok az görülmesi, “annenin çalıştığı ortama” düşmanlığına da sebep oluyor. Ev ortamında bile anne ve babanın ilgilendiği eşyalar çocuğun kıskanma sebebi olabiliyor.
Günümüzde apartman hayatının olumsuz etkisini de hesaba katmak gerekir. Çünkü ev ortamında istediği gibi rahat hareket edemeyen çocuk, farkında olmadan ruhen bunalmaktadır. Hava almak, geniş bir ortamda oyun oynamak çocuğu dinlendirmekte ve doğal ortamdaki hava onun elektriğini almaktadır. Köyde veya köye benzer ortamlarda yetişen çocuk bu açıdan daha şanslıdır. Bunun için son yıllarda şehirleri, “medenî mekânlar”a dönüştürmek için gayret gösterilmektedir. Elbette bu bir farkındalıktır.
Anne faktörü çocuk için çok önemlidir. Baba, anne kadar çocuk üzerinde etkili değildir. Çünkü çocuğun doğum öncesi ve sonrası süreçten itibaren anneye bağımlılığı babaya oranla çok daha fazladır. Babayı az görmesi çocuğu fazla rahatsız etmez, ihtiyaç da duymaz, çünkü baba iş yapmak ve eve “ekmek” getirmek durumundadır. Çocuk bunu anlar, fakat annenin kendisinden uzak oluşuna razı olmaz. Çocuğun anneyi gün boyu değil de arada bir görmemesi de ciddi sorun oluşturmaz. Hatta bu durumu oyun gibi de görebilir.
Bugün “şehir hayatı” dediğimiz kaçınılmaz bir süreci yaşıyoruz. Ekonomik zorlukların öne geçmesi, bir evde eli iş tutan herkesin ekmek parası için sokağa dökülmesi “yaşam mücadelesi” denen olguyu çıkardı karşımıza. İnsan “toprak”tan koptu. Beton, asfalt, taş, demir, plastik gibi ürünlerle iç içe yaşıyor. Her yanımızı iç içe geçmiş binalar kuşatmış durumda! İnsan da bunların içinde katılaşıyor. Suya, denize ve doğaya hasret çekiyor.
“Şehirleşme” gerçekleşmediği için trafik bir sorundur. Modern şehirler insanı da aileleri de gerginleştirmektedir. İş hayatının monotonluğu, trafik çilesi gibi sorunlar insanları sinirli yapmaktadır. Evde de bunun uzantıları devam etmekte, bu durum ister istemez çocuğa da yansımaktadır. “Sinirli bir anne”, “öfkeli bir baba” çocuğun kimyasını bozmakta ve zamana yayılan bu durum çocukta çevreye karşı düşmanca bir tavır oluşmasına sebep olmaktadır.
Günümüzde “şehr”in ne demek olduğunun anlamayan ve yaşamasını bilmeyen birtakım “köy kaçkınları” yüzünden “şehir hayatı” yaşanmaz hale gelmiştir. Şehrin nimetlerine saldıran bu kişiler, şehir hayatını “bedevî” hayatına dönüştürmüşlerdir. Bu yüzden insanlarda merhamet duygusu tatile çıkmıştır.
Bu sürecin bir parçası olan anne de doğallıktan sıyrılarak bilerek veya bilmeyerek kendini şiddetin seline kaptırmıştır. Annenin gösterdiği “yapay merhamet” gösterileri çocuğun gözünden kaçmamaktadır. Gergin, yorgun, bıkkın, bezgin insanların yaşadığı ortamlar da, ister istemek benzer olumsuzlukları çevreye yaymaktadır. Sokakta, okulda, iş yerinde bu tür manzaralar insanların içini kararttığı gibi çocukların da ruh dünyalarını olumsuz yönde etkilemektedir. Gülen insana hasretiz, hatta öylesine bir anormalleşme var ki “gülen insan” anormal görülmektedir.
Bazı anneler, çocukları için “o yemez, o sevmez, o iş yapmaz, o söz dinlemez, o ders çalışmaz” gibi sözlerle çocuğun dünyasında ne gibi rahnelere sebep olduklarının farkında bile değillerdir. Bunun yanında annenin, kocası tarafından gördüğü şiddet de çocuğa olumsuz yansımaktadır. Şiddet gören anne, “şiddeti doğurmakta”dır. Böyle bir durumda da anne, annelik rolünü hakkıyla yerine getirememektedir.
Çevrede de çocukların geleceğini karartan çok faktör vardır. On dört yaşında uyuşturucuya başlamış bir genç, daha sonra kendisi de satıcı olmaya başlayınca, “Uyuşturucu sattığım gençler aklıma geldikçe vicdanım sızlıyor” diyor. Keşke vicdanlar her zaman devrede olsa!
Medya, “izlenme” (raiting) iştahı adına her türlü anormalliği sergilemekte ve bunlar zamanla normalleşmektedir. Bunun bir uzantısı olarak kazanma, daha çok kazanma, vebal duygusunu dumura uğratmıştır. Fakat toplumsal şiddetin ortaya çıkmasına vesile olan da yine medyadır. Bunu da görmek gerekir. Medya, iyiye yönlendirirse kısa zamanda çok şey değişip düzelebilir.
Ailesiyle kavgalı olan bir çocuk çevresine zarar vermekten çekinmez. Okul, sokak, apartman, meydan, mahalle, kasaba, şehir, trafik gibi yerleri ve ortamları yaşanmaz hale getirenler, evlerinde “ailevî sorunlar” yaşayanların çocuklarıdır. Çünkü her çocuk soyadını taşıdığı ailesinin bir numunesidir. Çocuk ailede ne gördüyse, ne öğrendiyse onu eyleme dönüştürmektedir. Elbette her anne değil ama bazı anneler “sorun” doğurmaktadır, bu da topluma yetiyor da artıyor bile!