Önceki yazılarla birlikte okunmasını tavsiye ederek kaldığımız yerden devam edelim…

“Restorasyonlar, doğanın sürekli kendini yenilemesi gibi; toplumların ve düzenlerin de mecburi yenilenme dönemleri ve gereksinimleri olduğunu ve bu yeteneği olmayanların tasfiye edildiğini göstermektedir. Bu değişim ve yenilenme, adeta tarihin çarkını döndüren bir dinamo etkisine sahiptir. Şüphesiz her yeni iyi, her eski de kötü sonuçlar doğuracak değildir. Ama değişim, her tür sonucuyla birlikte tarihin değişmez yasası ve tabii sürecidir.

Bizatihi kendisi, Osmanlı’nın çöküşünün restorasyonu anlamını taşıyan Cumhuriyet dönemine baktığımızda, kurulan yeni düzenin de sürekli yenilenme ihtiyacı duyduğu ve bu yönde kritik dönemeçler yaşandığı görülmektedir.

1930’lu ve İsmet İnönü’lü yıllarda Avrupacı, 1950’li ve Adnan Menderes’li yıllarda Amerikancı doğrultuda iki önemli Batılılaşma deneyimi yaşanmıştır. Her iki dönemde de dünya konjonktürüne ve ABD öncülüğündeki Siyonist sermaye hâkimiyetine paralel özelliklere sahip yenilikler başlatılmıştır. İlkinde Sovyet, Alman ve İtalyan totalitarizminin bir karması üretilmiş, ikincisinde ise kapitalist Batı modelleri taklide çalışılmıştır. Üçüncü restorasyon deneyimi ise; 1980’li yıllarda Özal’la başlayan ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte yeni durumun belirsizliği nedeniyle yarım kalan ve Özal’ın ölümüyle birlikte rafa kaldırılan 2. Tanzimatçılık uygulamalarıdır.

28 Şubat süreci ise, 1940’lı yılların despotik dinamiklerine yaslanarak; Necmettin Erbakan’ın millî, ilmî ve tarihî restorasyonunun kapılarını kapatmaya çalışmış, ancak tam tersine Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alan derin bir çelişkinin alevlenmesi ile sonuçlanmıştır.

İçinde yaşadığımız süreçte, Türkiye’nin yeni bir yön çizerek siyasetten, yağma ve talan düzenine kadar bütün sosyoekonomik ve politik statükoyu elden geçirip yeni bir düzen inşa etmesi kaçınılmazdır. Bu süreçte birbiriyle çatışan ve Türkiye’nin geleceğini ipoteğe almaya çalışan, “iki ana restoratör taraf” göze çarpmaktadır: 1-Statükocu odaklar ve 2-Tanzimatçılardır.

Son elli yıllık geçmişe baktığımızda: “Karşılıklı olarak birbirini besleyerek çatışan bu bağdaşmaz taraflar arasındaki derin çatlak” Türkiye’yi yeni ve daha kritik sorunlarla yüz yüze bırakmıştır. Statükocu güçler, Kemalizm’e sığınarak sahnede tutunma savaşı ve telaşındadır. Artık Kemalizm, koflaşmış ve milletten kopuklaşmış güçlerin iktidarda kalma tarzının paravanı yapılmıştır. Bu kesimlerin, ‘İlla da biz yöneteceğiz!’ iddiası dışında hiçbir ciddi tez ya da projeleri bulunmamaktadır. Ulusalcılık olarak tanımladıkları Batı şovenizmini ve sosyalist kapitalizmini, Siyonist ve emperyalist küreselleşmecilikle çatışmaya sokarak, buradan güç ve meşruiyet devşirmeye çalışmaktadırlar. Laik ve despotik vasıfları, bürokratik üslup ve yöntemlerle savunma alışkanlıkları yüzünden, milletle de çatışan bu kesimlerin nihai amacı: Oluşacak yeni düzeni, kendilerinin de içinde olacağı bir denge ve koalisyon tarzında gerçekleşmeye zorlamaktır. Bu amaçla kendi varlıklarını ve güçlerini abartarak pazarlık şanslarını yükseltmeye çalışmaktadırlar.

İkinci taraf ise; ideolojik hedefleri, dış müttefikleri ve söylemleri itibarıyla Tanzimatçılığı çağrıştıran, yenilikçi bürokratlardan, tekelci sermayedarlardan ve aydınlardan oluşan, biraz da İslamcılık sosu karıştırılan daha organize kesimlerin küreselleşmeci takımıdır. İsrail güdümlü, İngiliz siyasetini taklit ve tatbik eden bir çerçevede reformist ve revizyonist politikaları savunan bu kesimlerin talep ettikleri restorasyon, esas itibarıyla söylemin büyüsüne yaslanarak, geniş toplumsal kesimler nezdinde cazibe oluşturma şansını yakalamıştır. Statüko ile çatışmanın haklılığından beslenen değişim taleplerini, Menderes ve özellikle Özal dönemini referans gösterip, Millî Görüş’ü ve mağduriyet psikolojisini istismar eden AK Parti iktidara taşınmıştır. 2. Tanzimatçıların; Kürt ve İslamcı muhalif güçleri yanına yedek ve destek olarak alma ve gelenekçi güçleri yalnızlaştırma stratejisi ise, AB’ye giriş heves ve hayalleri üzerinden gündem oluşturmaktadır.” (Devamı var…)