Memleketimizin ana sorununu; iltimas isteme veya amiyane tabiriyle kıyak geçme ihtiyacı olarak görüyorum. Bu iltimas, torpil, adamcılık, memleketçilik mefhumunu anlamak için herhangi birimiz bir devlet dairesine veya hatta özel bir kuruma giderken bile bir tanıdık arama ihtiyacı hissettiğimizi hatırlayalım. Kayırmacılık kendimizi ön plana çıkarmak isteği, yetkili kişide ise tanıdık kişiyi diğerlerinden ayrı tutma gerekliliği olarak tezahür ediyor. Bu, sen bana ben sana şeklindeki çete ruhunun tezahürüdür. Bu, “Kardeşinizi kendinize tercih edin” diyen Efendimiz’in bize öğrettiği dine uygun değildir.

Adamcılık sorununu besleyen, diri tutan ve toplumun temel mekanizmalarından biri olarak yaşatan iki kaynak var. Birisi, diğer insanların önüne geçme, beklemek, sabretmek istememe karakteri. Diğerlerine önem vermemek, kendini her zaman diğerlerinin önüne koymak, daha doğrusu diğerleri varmış yokmuş hiç fark etmemesi şeklinde ortaya çıkan ruh hali. Ama madalyonun diğer yüzü de sistemin tanıdık diye bir mefhumu gerektirmesi, tanıdık araya sokmadan birçok işimizi yapamıyor olmamız. En doğal hakkımızı almak için bile birini bulmak gerekmesi. Her ikisi de birbirini besliyor ve sonuç, adamı olmayan hep geride kalıyor. Bunun resmi bir dairede sıra beklerken tezahürü, kişinin birkaç saatini, belki gününü zayi etmesi oluyor. Torpil, işe alımlarda olduğunda birçok kişinin hayatını etkiliyor. Tanıdık işi ihale verirken veya herhangi bir devlet işlerinde olunca, kaçınılmaz olarak bir milletin geleceğini ipotek altına alıyor. Adalet mekanizmasında ortaya çıktığında ise bu bizim adam, yapmamıştır diye başlayan kayırmalara yol açıyor. İnanılmaz haksızlıklar oluyor ve devletin temeli sallanıyor. Haklıyken zulme uğrayan bir insanın çektiklerini tarif etmek, hissetmek imkânsız. “Mazlumun ahından korkun, onunla Allah arasında perde yoktur” hadisini anlasak bu durumların hepsinde kısmen de olsa mazlumluk oluşturduğumuzu bilerek hareket ederiz. Bu hadis-i şerifi Efendimiz, vergi tahsiline gönderdiği sahabe efendimize, Hz. Muaz’a tembihliyor. Bu kayırmacılıkların tamamı bir ülkenin kaynaklarının verimsiz kullanılmasına ve kararların yanlış alınmasına yol açıyor. Hem tanıdık olan eksik, yetersiz adamın doğru karar alması daha zor oluyor hem de adamın pozisyonu, alacağı kararı verebilecek bir seviyedeyse bile iltimas ilişkileri bu kararını etkiliyor. Kendisini bu yere getirenlere borçlu hissediyor, sistem zaten bunun üzerine kurulu maalesef. Ehliyet ve liyakat esas olmayınca istişare mekanizması da işleyemiyor. İdareci ne sorup danışıyor ne de sorduğunda bu yanlıştır diyebilen mert adamları kendisine danışman yapıyor.

Emaneti ehline vermek deyince ne dendiğini anlamak için, her hususta olduğu gibi Efendimiz’in uygulamalarına bakmak gerekiyor. Mekke’nin fethinde Resulullah (sav), o zaman daha Müslüman olmayan Osman bin Talha’dan Kâbe’nin anahtarını isteyince Osman, “Bunu sana, Allah’ın emaneti olarak veriyorum” demişti. Anahtarı aldıktan sonra Kâbe’nin içine girip namaz kılan Peygamber Efendimiz, çıktıktan sonra Fetih Hutbesi verdi. Hutbenin sonunda “Osman nerede?” diye sordu. Osman bin Talha, ayağa kalktı. Resulullah (sav), “Allah, size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah, size böylece ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, işiten ve görendir.” Nisa, 58. ayetini okuduktan sonra, “Ey Ebu Talha Oğulları, Allah Teâlâ’nın bu emanetini, sürekli sizde kalmak ve dürüst hareket etmek üzere alınız. Onu, zalim olmadıkça hiç kimse sizin elinizden alamaz. Bugün, iyilik ve ahde vefa günüdür.” dedi ve Kâbe’nin anahtarını tekrar Osman bin Talha’ya verdi. Hâlbuki Allah’ın evine hizmet etmeyi en üstün bir şeref ve çok önemli bir görev telakki eden ashabın ileri gelenleri, Kâbe anahtarının kendilerine verilmesini istiyordu. Ancak Allah Resulü (sav), yıllardır bu işi yapan ve Kâbe’nin bakım ve korunmasında eksiği olmayan bu kişiye emaneti verdi. Bu hakşinaslık, çağlar ötesi bir örnek oluşturdu.

Bizim yıllardır eksikliğini vurguladığımız “önce ahlak ve maneviyat” bir insanın manevi kurutuluşuna giden yoldur. Kişi kendini kurtarmadan kimseye el uzatamaz. Ahiretini mahvedenin dünyası abat olsa ne yazar. Ama ahlaksız bir toplumun ne kadar zenginleşirse zenginleşsin zaten adaletli bir bölüşüm yapması da mümkün olmaz. Bu da mutluluk değil, daha çok sürtüşme, iç çatışma ve sürekli bir huzursuzluk ve tatminsizlik getirir. Sadece kalkınma odaklı bir kafa yapısı olanlara bile gerekiyor toplumsal ahlak ve adalet. Bizim mikyasımızla değilse de her toplum adalete yaklaştıkça huzuru artar. Mutlak adalet ancak Allah’ın bize gönderdiğiyle olur. Aslında dünyevi huzura ulaşmak da İslam’a sarılmakla olur.

Ahlak demek sadece kadın erkek ilişkilerindeki kuralsızlıklar değil tabii ki. Kıyafeti üzerinden kadınlar veya kadını vücudunu sunma mecburiyetinde bırakan erkek dünyasının olumsuzlukları, tek konuşulacak sorun değil şüphesiz. Adalet, ahlakın vazgeçilmez unsurudur. Yalan söylemek de öyle. Gerekirse yalan söylenebilir diye bir delilimiz var mı? Kul hakkı, ahlakın temellerinden değil mi? Kandırmak caiz mi? Var mı bunun İslam ahlakında yeri? Söz verdin mi ölür de dönmezdi insanlar, şimdi öyle miyiz? Şundan bundan bahsetmiyorum, kendimize bakalım biz.

Hem memleketimiz hem de dünya gerçekten 150 yıldır İslam adaletine ihtiyaç duyuyor ama bunun farkında değil, zira artık insanların neye ihtiyacı olduğunu kendileri değil, medya belirliyor. Kimi sevmeleri gerektiğini televizyonlar, uygulamalar söylüyor ama kendisi de zannediyor ki ben akıl ettim bunu.

Bu adam kayırmacılık sisteminin doruğa çıktığı nokta ise particilik. Maalesef memleketimizde bir kişi bir partiye bağlandı mı sanki dini imanı o parti oluyor. Lider peygamber gibi, hatta daha da fazlası oluyor. Ne derse doğru, ne derse vardır bir manası, ne derse sanki ayet, haşa. Bu parti taassubunun getirdiği en büyük olumsuzluk, insanların bile bile yanlışı övmek zorunda kalmaları oluyor. Hiç uygun olmayan insanların üst düzey mevkilere getirilmesi oluyor. Partideki insanlar yanlış bulduklarını yukarıya iletebilse belki yukarısı da belki yanlıştan dönecek veya baskılardan etkilenecek ama yok böyle bir kültürümüz. Makamlarda yükselmenin sırrı “evet efendim, isabet buyurdunuz” kültürü. Yanlış bulduğunu idareciye söylese idareciye de faydası olacak belki. Bu maalesef devlette olduğu kadar her partide geçerli. Bazen bu iyi niyetle yapılıyor, lidere saygıdan. Ama aynı sonuca varıyor. Efendimiz, zalime de mazluma da yardım ediniz derken, mazluma destek, haksızlık yapanın da zulmünü engellemek suretiyle zalime yardım etmiş olacağımızı bildiriyor.

Hazreti Ömer, hilâfete geçtiği zaman, “Ey insanlar, Ben haktan, adâletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuştu. Oradakilerden biri, “Ya Ömer, sen eğrilir, haktan uzaklaşırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevabını verince Hazreti Ömer, “Elhamdülillâh, eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım var.” diyerek şükretti ve sevindi. Bizim halimizden ne kadar da uzak.

Türkiye’miz doğal kaynağıyla, insan faktörüyle, coğrafi avantajıyla gelişmiş, üretim yapar hale gelmesi ve adaletle bölüşmesi hiç de zor olmayan bir memleket. Ama adam kayırmayla, yetersiz istişareyle, Allah korkusu olmayan şahsi hesap peşinde olanlarla değil. Hoca’nın, “Bizde herkes kardeşi için yaşar, menfaati öldürmenin yolu budur” diye açıklamasını yaptığı şu hadisle bitirelim: Enes’ten (ra) rivayet edildiğine göre, Efendimiz (sav), “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”