Rüyayla gelen Resûlullah (s.a.v.)’in ashabı

Sultan Selim’in rüyasında kendisine “Güzel kullarından birisi rüya görmüş.” derler. Böylece uyanır. Kimdir diye merak etmektedir. Hasan Can, sabah namazından sonra bir emri var mı diye sormak için padişahın yanına gidince, ona sorar: “Hasan Can bu gece bir rüya gördün mü ” Hasan Can birkaç gece uyuyamadığı için bu gece çok derin uyuduğunu bir rüya görmediğini söyler. Padişah şaşırır: “İyi hatırla belki görmüşsündür.” diye ısrar eder. Hasan Can ısrarla rüya görmediğini söyler. Padişahın merakı artmaktadır. Neden Hasan Can’a sormuştur “rüya gördün mü ” diye. Çünkü ona rüyasında “Bu gece güzel kullarından birisi bir rüya görmüş” dediler. “Hasan” kelimesi “Hüsn”den gelir ve “Güzel” manasındadır. Yani padişaha; “Hasan kulun bir rüya görmüş.” demek istediler “güzel kul” tasviriyle. Padişah, yemin ettirir Hasan Can’a rüya görmediğine dair. O da yemin eder. Sonra bir iş için kapı ağasının yanına gider. Bakar ki Saray ağası Hasan Ağa, Hazinedarbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı Osman Ağa baş başa vermiş konuşmaktalar. Saray Ağası olan Hasan Ağa’nın gözünden yaşlar boşalmakta. Merak edip onlara sorar Hasan Can: “Ağa, nedir halin, biri mi öldü Kalbiniz gam ile dolmuş, gözleriniz yaşlı. Hikmeti ne ola ” Ağa: “Hayır önemli bir şey yok!” diyerek durumu gizlemek ister. Hazinedarbaşı dayanamaz anlatır: “Bu gece Hasan Ağa garip bir rüya görmüş de” Hasan Can: “Muhakkak padişahımızın bir bildiği var. Bana ısrarla rüya görüp görmediğimi sordu. Demek ki bu ısrarı boşuna değil, ben görmedim ama belki de sen gördün o rüyayı, çabuk hele bir anlat!” Hasan Can ısrar edince Hasan Ağa rüyayı anlatmak zorunda kalır: “Bu gece bu eşikte oturduğumuz kapıyı acele ile vurdular. Ne hayır diye ileri vardım. Kapının azıcık açıldığını gördüm. Dışarısı görünecek kadar kapı açıldı, ama adam sığamaz o kapıdan. Ne haldir diye baktım. Dışarıda haremin dahili ipekli elbiseler içinde Arap evladı simasında, nûranî kimseler ile dolmuş, baştan başa silahlı, mükemmel, hazır beklemekte olduklarını gördüm. Kapıya yakın nûranî dört kişi durmaktaydı. Ellerinde birer sancak vardı. Kapıyı vuranın elinde, padişahın ak sancağını tutmuş durmakta olan şahıs bana: “Biliyor musunuz biz niye geldik ” dedi. Ben de: “Buyurun” dedim. “Gördüğün kalabalık Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin ashabıdır. Bizi elçi olarak kendileri gönderdiler.. Selim Han’a selam ettiler. Bu günden sonra Haremeyn hizmeti ona sipariş olundu. Bu dört kimseyi görüyor musun Bunlar Ebubekr-i Sıddık, Ömer b. Hattâb, Osman Zünnureyn’dir. Ben seninle konuşuyorum, Ali b. Ebû Talib’im. Var Selim Han’a benden bildir.” diyerek kayboldular. Ben dehşetten tere gark olmuştum. Teheccüde kalkmadığımı gören çocuklarım, hasta olduğumu düşünüp, teheccüde kaldırmamışlar. Sabah namazını kaçırmamam için gelip uyandırdıklarında terden sucuk gibi ıslanmıştım. Elbiselerimi değiştirdiler. Namaza zor yetiştim. Hâlâ dehşet ve hayretler içindeyim.” diyerek tekrar ağlamaya başladı. Durumu öğrenen Hasan Can hemen padişahın yanına gitti. Sultan yine Hasan Can’a söylenmeye başladı: “Şunun gibi uzun ve sonsuz gecelerde sabah oluncaya kadar uyuyup, rüya nasıl görmezsin hayret etmekteyim. Hemen hayvan gibi yatıp uyudun mu ”Hasan Can: “Padişahım, eğer bu rüyayı bu Hasan kulunuz görmediyse, saray ağası olan Hasan kulunuz görmüşlerdir. Eğer emriniz olursa arz edeyim.” dedi. Padişahın emri ile Hasan Ağa’nın görmüş olduğu rüyayı anlattı. O anlattıkça padişahın mübarek yüzleri kızarmaya başladı. Daha sonra gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Rüya anlatımı biter bitmez heyecanla: “Biz sana demez miyiz ki, biz bir yere görevlendirilmedikçe, hareket etmemişizdir. Ata ve ecdadımız velâyet-i keramet sahibi idiler. Ermişlikten el almış idiler. İçlerinde bir ben onlara benzemedim.” diyerek kendi nefislerini de zapt etmeye çalıştılar.

13 Günde Geçilen Çöl

Moğollar ve Timur’un geçişi bile göze alamadığı çölü Sultan Selim, on üç günde geçmiştir. Ama ne geçiş! Tarihte M.Ö.525’de Pers imparatoru Kambiz ve M.Ö. 332’de Makedonyalı Büyük İskender’in geçebildiği bu çöl, sırf Osmanlı’ya değil, büyük bir efsaneye, büyük bir menkıbeye de geçit olacaktır. Çünkü Yavuz’un çölü geçmesi diğerleri gibi değildir. Önce çölü biraz anlatalım ki bu çöldeki olağanüstü olayları daha kolay müşahede edebilelim. Tarihçilerin Katya Çölü, Sina Çölü diye adlandırdıkları bu çölde hayat yoktur. Akrep, yılan, bit ve sivrisineklerden başka da yaşayan canlı yoktur. Gündüz sıcaklık 40-50 derece, gece ise ısı birden bire sıfır dereceye düşmekte. Bu ısı farkı bile insanı mahvetmeye yeter. Kum o kadar ince ki ne kadar ağzını kapatsanız bile su kaplarının içine dolar. Kumun kol saatlerinin camından bile içeriye dolduğunu söylersek, bu kumun nasıl olduğunu izah etmiş oluruz. Develer bazen hörgüçlerine kadar bu kuma gömülürdü. Ayakkabı, çölü geçerken kavrulur. Kuma gömülen bir yumurta, birkaç dakika içinde lop haline gelirdi. Böyle bir çölü geçmek imkânsızdı. Hele hele top arabaları ve ordunun ağırlığıyla geçilirse… Çölün yanı sıra ordusunun içinde de bu geçişi engellemeye çalışan biri vardı. Bu kişi, bir rivayete göre, Hüsam, bir başka rivayete de göre Hüseyin ismindeki paşadır. Çölün geçilmesinin imkânsız olduğunu, çölün korkunçluğunu anlatarak ordunun çölden geçişini engellemeye çalıştı. Bu duruma canı sıkılan padişah, “Seni bu zahmetten kurtaralım!” deyip, paşayı azlederek -askerin geçişini, ordunun içinde fitne çıkarıp, durdurmaya çalıştığı ve askerleriyle Şah İsmail tarafına kaçmayı düşündüğü için- o paşanın çadırının iplerini yaşam ipleriyle beraber kestirdi. Daha sonra ordusuyla beraber yola çıktı, Allah’a güvenerek, Ali İmran Suresi’nin “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven.” mealindeki 159. âyetini kendine rehber edinerek. Ordu hareket etti. Çöl müthiş sıcak. Kum fırtınası da cabası. Mühimmat kumlara bata çıka giderken, Sultan Selim, bir anda atından inip, yürümeye başlar. Ayakkabıların kavrulduğu kızgın kumda padişah yürümektedir. Onu gören komutanı, paşası, askeri de sultanın ardından atlarından inerler. Sultan ve ordusu yayan yürümektedir çölde. Bütün vezirler kumandanlar, askerler, merak içinde kalmışlardır. Hasan Can da ne olduğunu anlayamamıştı. Sultan Selim’e sordu: “Hayırdır Devletlüm, niçin yaya yürürsünüz ”Sultan edep ve huşu içinde fısıldar: “Önümüzde Fahr-i Kâinat Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) yürümekteyken, biz nasıl olur da at üstünde olabiliriz ya Hasan Can!” der. Bu olayla ilgili Osmanlı kaynaklarında bir bilgiye rastlamadım. Onunla ilgili pek çok olağanüstü olayın nakledildiği Tacü’t-Tevarih’te hatta Selimnamelerde bile. Ancak bu halk arasında bir efsanedir söylenegelen. Bu olay gerçekten olmuş mudur, olmamış mıdır bilemem ama bildiğim ve de bütün kaynakların yazdığı bir gerçek var. O da Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin ordusu çölü geçerken yağan yağmur. Yüce Allah’ın lütfuyla bir mucize gerçekleşmiş, yıllardır üzerine bir damla yağmur düşmeyen çölün üzerinde bir anda bulutlar kararmış ve yağmur dökmeye başlamış kızgın toprağa! Kum sertleşmiş, atlar ve mühimmat kolayca yol almış, susuzluk derdi bitmiş; havada askerleri bunaltmamıştır. Hasan Can’ın oğlu Hoca Sadeddin Efendi, babasının hatıralarından dinlediği bu olayı yıllar sonra şöyle anlatır Tacü’-Tevarih’inde: “Padişahımızın zaferleri izleyen uğurlu ayakları Hızır gibi kupkuru çöllere can verdi ve geçtiği yerler dirilik, dinçlik buldu. O ateş gibi kızgın, sıcaklığından at nalları eriyen vadilerde, yol ve yolaklarda seller akıp durdu.” Ne dersiniz Yavuz Sultan Selim Han o çöllerde Peygamberimiz (s.a.v.)’le karşılaşmamış mıdır sizce Bunun cevabını siz düşünedurun, ben Yavuz Sultan Selim’in Peygamberimiz (s.a.v.) için kaleme aldığı bir şiiri yani Na’tı burada yazayım ki ondaki Peygamber sevgisini de varın siz de ölçün! Böyle bir sevgi karşılıksız kalır mı hiç

İLAHİ

Ey cemâl-i nûr-i çeşm-i evliya (Ey evliyaların göz nurlarının en güzeli, evliyaların göz bebeği.)

El mededveyma’den-i nûr-i Hudâ (Allah’ın nûrunun kaynağı el meded, yardım et!)

Hak-i pây-i tûtiyâ-yıasfiyâ (Varislerin olan velîler senin ayağının tozudur)

El meded eyma’den-i nûr-i Hudâ (Allah’ın nûrunun kaynağı el meded, yardım et!)

Kimse sensiz bulamaz Hakk’a vusul (Senin kılavuzluğun olmadan kimse Hakk’a giden yolu bulamaz.)

Feyz-i lütfunla olur merd-i kabul (İnsanlar senin lütfettiğin feyzle Allah tarafından kabul edilirler.)

Rahmetenlil âleminsin yâResûl(Ey Allah’ın Peygamberi! Sen Âlemlere rahmetsin!)

Elmeded ey ma’den-i nûr-i Huda (Allah’ın nûrunun kaynağı el meded, yardım et!)

Eyledin bî had cürüm ile cerîm (Haddi hesabı olmayan kötülükler ve fenalıklar yaptım.)

Oldun eşhâs-ı hevâ ile nedîm (Nefsine uyan insanlara köle oldum.)

Eyle isyânımşefâatyâkerîm (İsyanıma şefaat eyle ey Kerim, keramet sahibi Peygamber!)

Elmeded vay ma’den-i nûr-i Hudâ (Allah’ın nûrunun kaynağı el Meded, yardım et!)

Ey kerem kânıResûl-i Kibriyâ (Ey keramet sahibi, cömertlik kaynağı olan yüce Peygamber!)

Kemterindir bu Selîm-i pür hatâ (Bu aşağılık, itibarsız Selim hatalarla, günahlarla doludur.)

Dergehîndenilticâ eyler atâ (Senin dergâhından bağışlanmak, şefaat diler.)

Elmeded ey ma’den-i nûr-i Hudâ” (Allah’ın nûrunun kaynağı el Meded, yardım et!)

(Yavuz Sultan Selim, “Abdullah ÖztemizHacıtahiroğlu, “Hazreti Peygamber’e Şiirler Antolojisi”, s. 28; Şiirin açıklaması: Cemal Toksoy)