Hayli zamandır dünyada bir tiyatro sergileniyor: Zulüm tiyatrosu… Yapımcı, yönetmen ve senaristin bağlı olduğu merkez bir. Başrol ve yardımcı rollerdeki oyuncular da bu merkeze bağlı. Bu tiyatro kumpanyası bütün dünyayı bir sahne gibi düşünmüş. Ancak son 150 yıldır oyunlarının ekseriyetini Müslümanların yurtlarında sergilemekteler.

Tiyatro dedikse, aklınıza klasik tiyatro gelmesin. Malum tiyatroda bir metin olur. Oyunda baştan sona o metne bağlı kalınır. Oyuncuların tamamı rol yapar, ölenler de “rol icabı” ölür. Acı çekenler de “rol icabı” acı çekmiş gözükür. Bu “zulüm tiyatrosu”nda ise ölenler, gerçekten ölüyor, acı çekenler, gerçekten acı çekiyor. Bu ölenler de acı çekenler de Müslümanlar oluyor. Müslümanlar hem öldürülüyor, hem yurtları yuvaları tarumar ediliyor, hem malları gasp ediliyor, hem ırzları ve namusları pâyimal ediliyor.

Tiyatronun senaristleri, oyunlarının esasını bölme, parçalama, yağmalama, öldürme üzerine kurmuş. Bir bütünü ( Osmanlı’yı) kırk parçaya böldüler. Yetinmediler, Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da yeni yeni devletçikler ürettiler. Ülkelerin sınırlarını cetvelle çizer gibi çizdiler. Araya ihtilaflı bölgeler koydular. Bu zalim senaristlerin üretimi sözde devletlerin başlarına kuklalar oturttular. Bu kuklalara “münafık” da denilebilir. Kur’ân-ı Azimüşşân bize onları ve onların vasıflarını haber veriyor. Onlara Kur’an gözlüğüyle bakanlar, röntgen veya tomografi cihazı gibi içlerini, dışlarını görüverir. O münafıklar bu “zulüm tiyatrosunda” kendi halklarına rol yaparlar. Halka bir türlü, kendilerini başa getiren efendilerine bir türlü gözükürler ve konuşurlar. Kur’ân-ı Kerim, onların bu halini şu şekilde haber vermekte. Mealen bakalım: “(Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit, ‘(Biz de) iman ettik’ derler. Hâlbuki kendilerini saptıran şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise, ‘Biz sizinle beraberiz, biz ancak onlarla (müminlerle) alay ediyoruz’ derler” (Bakara Suresi / 14).

Bu münafıkların, efendileriyle kavgası da, bu zulüm tiyatrosunun hazırlayıcılarının birbirleriyle kavgası da “rol icabı”dır. Hani, bizim klasik ortaoyununda bir kavuklu ile bir Pişekâr vardır ya, onun gibi. Kavuklu, oyunu heyecanlandırmak için ara sıra Pişekâr’a şaplak atar, onu azarlar. Tıpkı onun gibi birbirine bazen kamuoyu önünde bazen Twitter üzerinden laf atarlar. Suriye’de olduğu gibi, bazen savaşın eşiğine gelir gibi olurlar. Ama gerçekte bütün o söyledikleri, yazdıkları, ya da atraksiyonları rol icabıdır.

O senarist, yapımcı ve yönetmenler, Sykes-Picot, Mondros, Sevr, Lozan, Montrö diyerek “İslam yurdu pastasını” aralarında pay ederler. Aralarında gerçek niza çıkarsa da, “Sen çok aldın, ben az aldım” davasından çıkar. Ancak, her defasında “üst akıl” aralarını bulur ve “az aldım” diyene, “Merak etme, zararını telafi edeceğiz!” denilir ve ara bulunur. Paylaşılan pasta nasıl olsa Müslümanlara aittir.

Afganistan’da milyonlarca Müslüman can vermiş, onların umurunda değildir. Bosna Hersek’te yüz binlerce Müslüman doğranmış, yüz binlerce kadına ve kıza tecavüz edilmiş, Doğu Türkistan’da yüz binlerce Müslüman katledilmiş, milyonlarca Müslüman zulüm kırbacı altında inim inim inliyormuş, Irak’ta, Yemen’de, Libya’da, Suriye’de yüz binlerce Müslüman can veriyormuş, o zalimlerin umurunda bile değildir.

O zalimler, hem Müslümanların ölümünü ve acı çekmesini keyifle seyretmekte, hem malını, mülkünü, varidatını yağmalamakta, hem o İslâm diyarlarında silahlarını canlı hedefler üzerinde deneyip silahlarını pazarlamaktadırlar. “Benim Patriot’um, senin S-400’ünü döver!” derken, olan yine Müslümanlara olmaktadır.

Bu zulüm tiyatrosunun hazırlayıcılarına ve başrolde oynayanlara, Deccal, Süfyan diye de isim verebilirsiniz. Artık bütün insanlığı tiksindiren bu tiyatro ne vakte kadar oynanmaya devam edecek? Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i aklına, hadis-i şerifleri kalbine hâkim edinceye kadar… İmanın ferasetiyle akı, karayı, doğruyu, eğriyi birbirinden ayırt edinceye kadar…