Osmanlı Devleti’nde merkezileşme süreciyle birlikte, özellikle Doğu, Güneydoğu, Ortadoğu ve Balkanlar’da hız kazanan ayrışmacı politikalar, zamanla etno-politik çözümü önceleyen bir hüviyete kavuştu. Bu durum umarsız bir umutla; otonomi, özerklik ve bunun sonucunda bağımsızlığa giden yolda yarar sağlayacağını düşünen farklı etnisiteler, dış unsurlarla eklemledikleri yapay bağlaşmalar kısa zamanda karabasan politikalara dönüştü.
O dönem misyonerlerin rolleri, adeta mevcut durumu yansıtır niteliktedir. Tam da bu zamanda harekete geçen Dr. Ashel Grant, ‘Kayıp Yahudi Kabileleri’ni bulmak maksadıyla Güneydoğu’ya gelerek, “Asya’nın Protestanları” olarak nitelediği Nasturi, Süryani, Keldani ve Asurîlere yönelik çalışmalar başlattı. Özellikle Nasturiler, Doğu ve Güneydoğu’ya egemen olmak üzere Dr. Grant vasıtasıyla ABD ile destek temasına geçmeleri bir anda onları farklı noktalara getirdi.
Burada dikkat çekici olan gerçek şudur: Nasturiler, ayrışma politikalarına kucak açınca, Dr. Grant, bir anda Nasturilerin İsrailoğullarının kayıp on kabilesinden olduklarını, Yahudilerle şaşırtıcı benzerliklere sahip bulunduklarını ve sonradan Hıristiyanlığa döndürüldüklerini vurgulamaya çalışarak, Nasturiler konusunda yeni bir yaklaşım sergiledi.
Şu anda Kuzey Suriye’de yaşanmakta olan olaylara baktığımızda, ister istemez tarihi gerçeklerle örtüşen yeni gelişmeler birer birer karşımıza geçmektedir. Dr. Grant’in Nasturiler için ortaya attığı iddiaların benzeri şu anda Kuzey Suriye’deki Kürtler için de ortaya atılmaya çalışılmaktadır.
Kuzey Suriye’deki Kürtlerin de, geçmişteki Nasturiler gibi, “İsrailoğullarının Kayıp On Kabilesi”nden sayılmaya çalışılmaları tesadüf eseri olmasa gerek. Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde ilk Amerikan Protestan Misyonu’nun şimdiki Suriye’de açılmış olması ve bu misyonun 1824’te Beyrut’ta kurduğu Amerikan Koleji, Amerikalıların kurduğu ilk kolej olması bakımından da dikkat çekicidir. O zamanki misyon çalışmalarının ana merkezi de hiç şüphesiz şu anda çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerdir.
Bu konuyla ilgili James Mc. Kinnis’in; “Fifty Years of Mission Work in Syria” (Suriye’de Elli Yıllık Misyon Çalışması) şimdiki gerçeklere parmak basan niteliktedir. Kuzey Suriye’deki gelişmeler ve “ülkesi olmayan aktörler” (non state actors) aracılığıyla ortaya konmaya çalışılan senaryoların şimdi de benzer şekilde İŞİD ve PYD vasıtalarıyla araçsallaştırılmaya çalışılması, geçmişe dayalı politik refleksleri daha da güçlendirmeye ve Türkiye’yi de dolaylı yollarla sindirmeye yönelik subliminal mesaj niteliğinde olsa gerek.
Ortadoğu haritası, başlangıçtan beri (ap initio) bildik senaryolarla hep aynı nedenlerle (ipso facto) kazınan ve yeniden şekil verilen bir “palimpsest” (parşömen) kâğıdına dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
İşte bu noktada, Ortadoğu’da kaypak zeminde yaşanmakta olan problemler zincirine Türkiye’yi de eklemlemeye çalışmak hiç kimseye fayda sağlamaz. Keza, Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye aleyhtarı çalışmalarıyla ön plana çıkan Yezidi asıllı Feleknas Uca başta olmak üzere farklı etnisitelerden radikal unsurlara yer veren HDP’nin asıl amacı, yeni “etno-politik” yaklaşımlarla Batı’ya dolaylı mesajlar vermek olsa gerek.
Türkiye’yi etno-politik uygulamalarla sivriltilmiş etnik merkezlere dönüştürmenin çözüme katkısı söz konusu olmasa gerek. Sir Robert Graves’in ifade ettiği; “Storm Centers of the Near East” (Yakın Doğu’nun Fırtına Merkezleri) yerine, Türkiye’yi, etnik asabiyetten uzaklaştıracak ve yeniden cazibe merkezi haline dönüştürecek politikalara öncülük etmek gerekir kanaatini taşıyoruz.