Millet olarak acıların paylaşılmasında büyük bir gayret sarf ediyoruz. Diyebiliriz ki, acılar bizleri birbirimize yakınlaştırıyor, böylece acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır hükmünü hayata geçirmiş oluyoruz. Yaşadığımız son deprem felaketi de benzer sonuçları doğurdu. İnsanımız sahip olduğu bir ekmeği ihtiyaç sahibi ile bölüşmekte yarış ediyor ve bunu da gayet doğal olarak yapıyor. Bunlar güzel ama önceden tedbir alınarak önlenebilecek acıların önlenmesi hususunda nedense bir ihmal sergiliyoruz. Söz gelimi her depremin ardından depremlerin yıkımlara ne kadar böylesine fazla sebep olduğuna dair her türlü görüş dile getiriliyor, kısacası toplumda depreme karşı nelerin yapılabileceğini bilmeyen kalmıyor ama bu bilinenlerin uygulanmasına sıra gelince ip bir yerlerde kopuyor. Bu noktada bir gazetede çıkan Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Hüseyin Alan’ın yaptığı değerlendirme gazetede, “Biri yaptı, biri baktı, biri onayladı, masumlar öldü” başlığı altında verilmişti. Başlığı görünce olayın net bir şekilde öz halinde ifade edilmiş olduğu görülüyordu. O zaman bu gerçeğin uygulamada tam olarak hayata geçmediği, geçirilemediği ortaya çıkıyor. Bu aksaklığın giderilmesi elbette depremin olmasını engelleyecek değildir. Ancak ortaya çıkardığı tahribat hafifletilebilir. Zaten tüm konuşmaların ve uygulamaların özünü de bu husus oluşturuyor.

Bu noktada yapılan, yapılacak bir inşaatın geçtiği safhalarını yine Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı’nın ağzından aktarmak istiyorum:

“Bina yapacak müteahhit AFAD’ın hazırladığı ivme değerlerini alıp etüt projeyi mühendislere hazırlatıyor. Projeyi önce yapı denetim kurumu denetliyor, sonra belediye ya da duruma göre örneğin Çevre Bakanlığı yapı ruhsat izni veriyor. Eğer proje ivme değerleri de dahil şartlara uygun hazırlanmış ise sorun yok. Hazırlanmamış, buna rağmen onay almışsa burada suçlu hem mühendisler, hem yapı denetim şirketi hem de kamu otoritesi oluyor.”

Sanıyorum, “Binalar niçin böylesine bir anda toprak yığını haline geliyor?” sorusunun cevabı da bu izahatta yer alıyor.

Bu noktada yine dünkü bir gazetede yer alan bir diğer habere kısaca temas etmek istiyorum.

Başlıkta, Rönesans Rezidans’ın 10 yıllık sakini Zekiye Barutçu Yiğitbaşı’nın şu sözleri dikkat çekiyordu:

“2022 yılında binanın koridorunda çatlak olduğunu, temelinin kaydığını yöneticiye söyledim. Alay edermişçesine güldü. Komşularıma anlattım, herkes duyarsız kaldı. Ben de korkup geçen yıl taşındım.”

Bu söylenenlerin ne derecede doğru olduğunu kesin olarak bilmem mümkün değil. Ancak toplumumuzda benzer duyarsızlığın çeşitli alanlarda kendini gösterdiğini, toplumun genellikle, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışına uygun davrandığını söylemek sanıyorum abartı olmaz.

Yaşanan acının ucu doğrudan bize dokunana kadar olayların fazlaca üzerine gitmemek gibi bir alışkınlık oluşmuş durumda. Ne yazık ki, ucu dokunduğunda artık yapacak bir şey kalmıyor. Çünkü yaşanan aksaklık ve yanlışları ilgililere ulaştırdığınızda karşınızda ciddi bir muhatap bulamamak da giderek insanlarımızı rehavete sevk ediyor. Bu bakımdan sadece devletin değil, tüm toplumun duyarlı hale gelmesi gerekiyor. Kısacası acı ortaya çıktığında paylaşmak elbette güzel ama esas olanın acıların yaşanmasını imkân nispetinde önlemek çok daha hayırlı olacaktır.