Sevdiğini söylüyor, “Seni çok seviyorum” diyerek... Hatta bunu sık yapıyor. Kuşkusuz, “söylemek” dilin bir görevi, beyin komut verince, beyinde yan yana gelen kelimeler dilin marifetiyle sesli bir boyut kazanıyor. Çünkü dil bir araçtır, görevini yapıyor, herhangi bir nesne gibi...

Dilin dillendirdiklerinin insanî bir özellik kazanabilmesi için, dile kalbin komut vermesi gerekir; dil ile gönlün aynı dili konuşup aynı duyguları paylaşabilmeleri için... Diliyle sevdiğini söyleyen kişinin, ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Bu tür cümleler belli bir zaman diliminde ve özel şartlarda söyleniyor, ortam değişince söylenilenler unutuluyor. Sarhoşken ne yaptığını ve ne söylediğini bilmeyen kişi gibi...

Bilinen bir husustur ki sarhoşken söylenen sözler yok hükmündedir, çünkü onlar şuursuzca söylenmiş sayıklamalardır. Oysa sevmek şuur işidir. Dilin ucuyla söylenen sevgi içerikli sözler “sevmek” değildir, onlar “laf ola beri gele” kabilinden söylenmiş veya söylenen “laf”lardır, söz bile değil. Çünkü sevmek insanda, “koylan koylan yanan mangal gibi” yürek ister.

Sevgiyi ifade eden cümle kalıplarının, papağanvari dillendirildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz, bunun doğrusunu eğrisinden ayırmak mümkün değil. O kadar aslına uygun söylenerek oyun oynanıyor ki şaşmak mümkün değil! Tiyatro oyunu gibi hayat... “Tekrar et” dendiğinde, aynısını “aynısı gibi” aynı ruh hali ve aynı eda ile tekrar edebiliyor!

Son yıllarda iyice yaygınlaşan televizyon dizilerinin bunda etkisi var mıdır diye de düşünüyorum. Oysa yaşanan bir duygunun aynı tonda ve aynı renkte tekrarı olmaz, hatta mümkün değildir. Yapılıyorsa bu ancak mahir bir “oyunculuk”tur. Aslında gerçek duyguların oyunu olmaz, sadece kötü bir taklidi olur ya da “sahte”si, o kadar...

“Görsel medya”nın hayatımızın içine iyice girdiğinden beri herkes “sahte hayat”a hayran ve onu taklitle meşguller!  Sahte sevgiler, sahte mutluluklar, sahte yüzler, sahte sözler, pardon laflar... Hatta bazı laf cambazlarına bastır parayı, siyasetten bireysel ilişkilere varıncaya kadar her türlü söylemi -sanki doğruymuş gibi- dillendirsinler. Başka bir ifade ile “borazanlık” yapsınlar.

Hayat öylesine “sahteleşti” ki artık çevremizdeki insanlardan duyduğunuz her sözün doğruluğunu test etme ihtiyacı duyuyoruz. Bazı insanlar yalan ile doğruyu aynı kulvarda yürütüyor. Yalanın da doğrunun da ruhunu çalmışlar. Burada yalan bile zulüm görüyor, doğru zaten görüyor da...

İnandığını söylüyor, “Ey Rabbim, sana inanıyorum” diyerek. Hatta insanları şahit tutuyor. Fakat “inanma”nın ne demek olduğunu bilmiyor. Oysa inanmak fıtrî bir duygudur, fakat burada önemli olan inanma duygusunun insanın hayatında nasıl bir karşılık bulduğu meselesidir.

Bu inanmışlık durumu, kişinin inanmışlığının bir göstergesi olan “mümin” şeklinde mi, yoksa var olanı gizleyen veya yok sayan “kâfir” şeklinde mi, ya da “münafık” şeklinde mi Görmekle görmemek gibi, duymakla duymamak gibi… Bireyin hür iradesiyle “inanması” ne kadar insanî bir olgu ise, şahısların peşine takılmak suretiyle “inandırılması” da bir o kadar insanî değildir.

Sahteliğin her boyutunun revaçta olduğu insan hayatında, inanmanın da sahteciliği yapılıyor. Günümüzde inanmadığı halde inanıyormuş gibi, yapmadığı halde yapıyormuş gibi görünmek pirim yapıyor. Bunun bir uzantısı olarak sevmediği halde seviyormuş gibi yapmanın, inanç boyutundaki hali de sahte inanca sahip olmaktır. Oysa inanmak insanda, “koylan koylan yanan mangal gibi yürek” ister.

Hani aklı evvel birileri son yıllarda tevhit cümlesini ikiye ayırmaya çalışıyor ya, işte o da böyle bir sahteciliğin başka bir versiyonu! Ortada söylenen bir söz var ama o sözün eylemi yok, yani ses var ama görüntü yok, hayalet gibi bir şey...

Birileri gaipten sesler duyma paranoyasına tutulduğu için, sağlıklı insanların da aynı hali yaşamasını istiyor. Çıkmaz sokaklarda arayış içine girmiş bazı kişiler, sanal dünyanın ritmine kendilerini fena halde kaptırmış durumdalar. Bir taraftan “inanıyorum” diyeceksiniz, diğer taraftan da inandığını söylediğin şekilde yaşamayacaksın!

Dil ile söylenen kalpte yankılanmadıkça, söylenilen sözün herhangi bir kıymeti harbiyesi olmaz. Meselâ birisi sizden borç istiyor, siz sözle o kişiye, “Tamam, ben sana borç verdim” diyorsunuz, bu durumda borç vermiş olduğunuzu aklınız onaylıyor mu Onun için, “inanıyorum / seviyorum” demekle de inanmış veya sevmiş olmuyoruz. İster iman ister söz olsun, eyleme dönüşmedikçe, dönüştürülmedikçe yok hükmündedir. “Sanki yedim” diyerek yemiş olmadığımız gibi.

Sanal dünyada birtakım oyunların içine girmiş olabilirsiniz, fakat gerçek hayatta insanların birçok beklentisi vardır ve bunlar tabii beklentilerdir. Meselâ insanların elinden de dilinden de emin olmak istediğimiz gibi, el duası olmadan dil duasının olmayacağına inanıyoruz.

Bazı insanlar “inandırılıyorlar”, çünkü inandırılan bu insanların köklü bir iman dayanakları yok! Bildikleri, kendilerine öğretilenler kadardır. Ne kadar öğretilirse o kadarını biliyorlar. Onların muhakeme etmek, akıl ve gönül süzgecinden geçirme gibi bir becerileri de yok. Oysa insanın tafsilli bir şekilde inanması ve bunu yaparken de kendi hür iradesini kullanması aslî görevidir.

Meselâ sadece “inanmak” yeterli olsaydı Allah’ın peygamber göndermesine hiç ihtiyaç olmazdı. Eylemsiz inanma söylemini, insanların nefislerini hoş tutmanın bir yolu olarak görüyorlar. Oysa böyle bir düşüncenin ortalıkta dolaşması ve dolaştırılması dahi ayıptır. Bu durum, hırsıza bak diyerek “malı”  götürmenin kurnazca bir yöntemidir.

Sanal dünyada at koşturanlara baktığımızda, onların gerçek dünyada ne kadar aktif ve oyun kurmakta ne kadar mahir hareket ettiklerine şahit oluyoruz. Sanal ortamda öğrendikleri veya uyguladıkları “sahtecilik oyunu”, onların gıdası haline gelmiş ve bunu gerçek hayatı “ütme”nin bir aracı olarak kullanıyorlar.