Bugünlerde insanların oldukları yerden rahatsızlıklarını ifade etmelerine, yolun sonunda varılan yer ile varmak istenilen yer arasındaki makasın aralığının bu denli açılmış olmasından şikâyette bulunmalarına sıkça şahit oluyoruz. Yerini zeminini kaybetmiş bir insan için geçmiş ile geleceğin arasında bir burukluk durağında kayboluşlara üzülmek, ne tuhaf! Oysa hızla rüzgâra kapılıp nefessiz gidilen günlerdeki fütursuzluklarını görmüş olmak ayrı bir sızı kaynağı olarak insanın yüreğine ağır bir yük gibi oturup duruyor. Neden şimdi ‘ben’i arıyoruz? ‘Biz’in sarhoşluğu hâlâ üzerindeyken şimdi nereden çıktı bu nedamet hissi? Galiba sorulara tam da cevap olacak şeyi “Geçmiş Zaman” kitabında BeatrizSarlo cevaplıyor: “Anılar ısrarcıdır, çünkü bir noktada egemendirler ve her anlamda kontrol dışıdırlar. Başka bir deyişle, geçmiş kendiliğinden bugün olur.”

Bir boyutu ile dünyayı değiştirmek için yola koyulup sonrasında amacından sapan, yolda kendini kaybedip devşirdiği gücün zehirlemesi neticesinde yaşadığı dünyaya, olup bitene sadece aidiyet kümesinin bekası bakımından yaklaşarak temel insani değerleri ihmal etmekte bir beis görmüyor. Neticede açığa çıkan gayri ahlaki davranışları görmezden gelip büyük tahribatlara göz yuman “biz”, “biz”in dışında kalınca ya da bir miktar dışarı çıkarılınca aslında büyük bir şok yaşıyor. Ve gördüğü manzara karşısında elinde müdahale imkânı kalmadığından kendisini hatıraların kollarına bırakarak geçmişin güzel hatıralarından bir nebze de olsa şifa ararken buluyor kendini. İç kanamalara neden olan bu nevi gel-gitler çoğu zaman bir hayıflanmanın neticesinde açığa çıktığından pek de bir kıymeti olmuyor. Çünkü en ufak bir etki-tepkide hemen “biz”in kıyısında kendini konumlandırıyor. Bu böyle. Çünkü pragmatist tavır bir huy haline çoktan gelmiştir. Ondan dolayı da temel hakları çıkarlara indirgediğinden, gidişatın devamından da asla vazgeçemez. Bu saplantılı bir aşk gibidir. Hissiyatı başka şey söyler, eylemi başka şey yapar.

Bu biraz da ‘Modern Benlik’in yüklemiş olduğu yeni niteliklerle eskiden getirdiği niteliklerin çatışmasından ortaya çıkar. Kimi zaman yoksunluklar insanı, geçmişin sınırlarına götürür. Kanama, işte bu noktada meydana gelir. “Biz”, “öteki”nin karşısında güçlü bir konumlanmayı gerektirdiğinden ne ötekinin varlık hakkını gözetir ne de kişisel benlik’in gelişimi için bir çaba gösterir. Bu bakımdan “ben”ini inşa edemeyen ‘biz’in içinde kendini var eder. Zaten hızla girdiği bu yolda bir temaşa nesnesine dönüşen kendini her daim en parlak konuma getirmek için çaba göstermek zorundadır. Bu çaba daha çok görünürlüğün, fark edilebilirliğin oluşması içindir. Nitekim bu tarz nostaljik durumlar bu temaşaya en büyük katkıyı sağlar. Çünkü ‘biz’, en çok bu tarz hissiyatları, duygusallıkları sever. Bunlarla aidiyetler kurar.

Bütün bu itiraflar, hayıflanmalar, burukluklar yola çıkan insanın kayboluşunun neticesidir. Ben’in soruları, farklılıkları, değerleri vardır oysa benlikten çıkıp biz’in içine girdiğinde en çok ihtiyaç duyduğu şeye kavuşur, o da “peşin kabuller”dir. Öncelikler sıralamasında ben’in ihtiyaçları “biz”in ihtiyaçlarından sonra gelir. Ben, biz’in uğruna feda edilir. Böylelikle hüzün ince ince yerini alır. Zaman geri dönmez, hayat normal rutininde döner ve herkes kendi hatıra denizinde kaybolur. İşte bu kayıp çoğunlukla ses yükselttiriyor ve diyor ki “o ben değilim.” O vakit söyle, sen kimsin? Kendini bulursan yolunu da, menzilini de doğrultursun. Hoşça bakın zatınıza…

TAŞ GEMi

“Camlarda nakışlar belirirken yine yer yer,

Hep aynı nisan yağmurunun damlalarından,

Durmuş gibidir sanki zaman pencerenizde...

Bir çağrışımın böyle yaygınlaştığı her an,

Hep aynı hayal belli-belirsiz görünür de,

Efsanelerin çizdiği çehrendeki müjde,

Yağmurla yıkanmış camın ardında gülümser.”

(Güngör Fahri Tüzün-Nisan Yağmuru)

 

Not: Bu hafta güzel bir eser var. Sözlerine bakınca adeta bir ozanın elinden çıkmış gibi ama bu ozan çağdaş bir ozan olmalı diyorsun. İcra çünkü o ipucunu veriyor. Kaan Boşnak söylüyor, “Dağ karanlık.”

DAĞARCIK

“İnsanın bedenine tanrısal tohumlar serpilmiştir, bunlar iyi bir ekiciye düşerse geldikleri kökene benzer. Kötü bir ekiciye düşerse de tıpkı çorak, bataklık topraklar gibi öldürür tohumu, ürün yerine yoz otlar biter.” (Seneca’dan tadımlık)

Bize kadar

Her şey bir defadan bir şey olmaz demekle başlar. Ali Fuat Başgil, “Yalancılık ilk yalandan, dalkavukluk ilk etek öpmeden, iradesizlik ilk zayıflıktan başlar” der.

Nedir bu korku, bu telaş der gibi Sadi Şirazi hatırlatıyor ve diyor ki: “Aslanın ağzına da girsen seni ancak ecelin geldiği gün yer.”

Bazen ilaç gibi bazı sözler, onlardan biri, “Müvekkil ol, tevekkülün gemisi batmaz.” Darlık anında gelip saran sözlerden…

Bu hafta Heretik Yayınları’ndan, ErvingGoffman’ın  “Karşılaşmalar” isimli kitabı var. İlgilisine!

Dilersen 1964 yapımı “Askerin Babası” filmini izleyebilirsin. Filmin yönetmen koltuğunda “RevazChkheidze” var. “-ne toprağı sürmeyi bilirsin ne de ekmeyi.” Hele bugün düşünüldüğünde bu film, bir distopya bile sayılır.

TEKKE

“Eğer, dürüst olan ile kabiliyetli olan arasında bir tercih yapmak durumunda kalırsanız, dürüst olanı seçiniz. Bazılarınızın anlayacağı gibi kabiliyetli insanlara ihtiyacımız olmadığını ima etmiyorum. Elbette ki, kabiliyetli olmalılar. Söylemek istediğim şudur. Eğer bir ikilemdeyseniz ve elinizde daha az yetenekli ancak kesin olarak dürüst bir birey varsa, dürüst olanı tercih edin, hata yapmayacaksınız.” (Aliya’dan tadımlık)

Bir lahza

“Daima bir şey buluruz, değil mi Didi, bize var olduğumuz izlenimini verecek?”

(SamuelBeckett, Godot’yuBeklerken’den)