Başı hocalı askısı ekmekli

Bir yazısındaki gülümseten bir esprisini hatırlıyorum Mevlana İdris’in. Bir arkadaşını arar telefonla. Alo diyen cevapçı, arananın orada olmadığını söyler ve sorar: Kim diyeyim? Samimiyet vurgusuyla olsa gerek, “Mevlana aradı, dersin.” Selam emanet edilen biraz şaşkın. Arayan Mevlana ha! Telefonu kapatırken o da tanıtır kendini; bu alemde yalnız değilsin hesabı: “Ben de Evliya Çelebi’yim.”

Gençliğimizde uğrak yeri yaptığımız mekanlara siyasi kaldıraç görevi yüklendiğinden ve Türkiye’nin kültür kayıt merkezi Eminönü’ndeki kütüphane, arşiv, gazete, yayınevi gibi kurumların tarumar edilmesinden mi bilmem, yollarımızın kesişmediği ve bir çay muhabbetine dahi oturamadığımız şair ve yazar Mevlana İdris’e rahmet isterken, bir iki satır da ondan iki gün önceki vefatı “Evde yalnız öldü” diye duyurulan, Türk mizahındaki Dümbüllü ekolünü karikatürlerinde sürdürdüğüne inandığım Latif Demirci’ye de rahmet dileyip,  çağrışımları yazmak isterim.

“Ağlayın, aşinasız, sessiz can verenlere

Otel odalarında, otel odalarında.”

Kaldırımlar’dan birkaç mısra ve bu iki dizeydi Necip Fazıl dendiğinde lise yıllarımda aklımda olan.

Yalnız ölmek, evlerde ölmek değildi gençliğimizin bilgi haritasında. Evde ölmek, yatağının etrafında insanlar olması, Kuran okunması, ağızın “Zemzem” ile ıslatılması ve son nefesi terkedene kadar insanı, Kelime-i Şehadetin, dudaklarda güç yoksa, gözlerle söylenmesiydi.

Yalnız ölmek, otel odalarında ölmekti. Bu kanaatini bir yeni yetmenin, güçlendiren çok türküsü vardı Türk kültürünün.

“Dediler ki: Nazlı yârin çok hasta,

Başında okuyan hocası olsam!”

Evinde, ölümü bekleyenin yahut ölümü beklenenin başında okuyan hoca olması geleneği, ölümü sevdire sevdire oluşurdu ancak.

Ülkemizde, “Gitsinler” denilerek yol gösterilen doktorlarımız, açık kalp ameliyatlarını yoğun olarak yapmadıkları geçmiş yıllarımızda, T.Özal örneğine muadil, ABD’nin Houston yollarına düşen işadamlarımızın biri de ünlü Sabancı Sakıp ağamızdır.

Hastane odalarında ölmenin de bir yalnız ölmek olduğunu Houstan’daki o günlerinde anlayan merhum Sakıp Sabancı’mızın hikayesini 90 öncesi yazmış ve 1989’da yayımladığımız ilk kitabımız “Değmesin Yağlı Boya”ya almıştık. (Bakınız: Bu bizim hikayemiz.)

Ameliyatından bir evvelki gün, bir papazın moral ziyaretine gelmesi ayıktırır ağamızı ve haykırtır: “İyi ama ben Müslümanım!”

Konsolosluk vasıtasıyla imam bulunmasını ve başında okuyan “Hoca” istemesini Sakıp ağamızın, hikayemizde bırakıp, “Yalnız ölmenin” Ankara’mızdaki bir şeklini, bir savcımızın kaleminden duyurmak istiyoruz.

“Adamın cesedi Ankara’da Kavaklıdere semtinde bir apartmanın girişinde bulunmuştu. Üzerinde eski bir palto vardı. Girişte yere oturmuş, radyatöre sırtını dayamış ve orada öylece ölüp kalmıştı. Bir tuhaflık vardı adamda. Yüzü ipince ve kara kuruydu, ama vücudu şişman gibi gözüküyordu. Apartmanın girişinde cesedi soyup da üzerinde inceleme yapılamayacağı için morga kaldırmıştık.

Mermer otopsi masasının üzerinde sırtüstü yatan cesedin önce giysilerini çıkarmak gerektiğinden ve ölü katılığı oluştuğu için kollarını, bacaklarını oynatarak bunları çıkarmak olanağı bulunmadığından otopsi yardımcısı makasla kesmeye başladı. Paltonun altındaki ince bir gömlekten sonra kat kat gazete kağıdı çıktı karşımıza. Bunlarla adam vücudunu bacaklarına varıncaya değin sarmıştı. Zaman içinde gazeteler vücudun kıvrımlarına tam bir uyum sağlayarak bir Mısır mumyasını sarıp sarmalayan sargılara dönüşmüştü. Ter gazeteleri iyice birbirine yapıştırmış olduğundan tümü birden bir kalıp gibi çıktı. Şimdi adam otopsi masasının üzerinde çıplaktı ve artık o şişman görünüşten hiçbir iz kalmamıştı. Karşımızda karnı içine çökmüş, kemikleri derisinden fırlayacakmış gibi duran ve çocukların çizgilerden yaptıkları insan resmine benzeyen bir yaratık vardı.

Otopsi sonucuna göre ölüm nedeni, açlıktı.”

İttifakçısı olduğu AKP iktidarına “Hayır” yolu gösteren, “Yaralamadan yardım etme, incitmeden paylaşma inceliğinin” yegane politikacısı Sayın Bahçeli’nin “Askıda ekmek” projesinden habersiz mi imiş bu insanımız? Yoksa, ben aç bırakıldığımda yaralanmıştım, işsiz sıfatını verdiğinde hükümetimiz, incinmiştim deyüp, “Asil ve alicenap ecdadımızın,” AKP iktidarınca 2020 yılında canlandırılabildiği “Yüzlerce yıllık tesanüt geleneği”nin haricinde mi tutmuş kendini?

Hayır, hayır!

Her şey AKP devrinde oluyorken, sadece bu olay AKP ve Sayın Bahçeli yok iken, 972’de  yaşanmıştır.

Bir savcı kaleminden aktardığımız “Açlık” ölümlerinin artık olmamasında, apartman girişlerine güvenlik elemanı yerleştirme ve kameralı takip gibi tedbirlere ilaveten, hükumet tavsiyesi gereği porsiyonlarını küçülterek yardım severliğini doruklara, ekmekleri de askılara taşımış aziz milletimizin payı büyüktür. 

Ekmek askılarının altında durmuştu bir adam. Gelip geçenlere ve halay çekerek düşmüş döviz arayanlara bir sorusu vardı: Askıdan ekmekleri yemeklerden sonra mı alacaktık?

KELİME KELİME TÜRKÇE ÖĞRENMEK

cnnturkcom’da bir haber başlığı;

“Son dakika... İlker Başbuğ hakkında 3 yıl hapis istemi!”

“Büyük Gazete”nin naşiri rahmetli Eygi ağabeyin gazetenin bir sayısına seçip koyduğu, bir makaleyi hatırladım; özellikle korkutuculuk sindirildiğini sandığım bu haber başlığını okuyunca.

Serhat şehirlerimizde, çocukları korkutmaya ve sindirmeye yönelik dayak, azar ve benzeri uygulamaların yasaklanması, kahraman olmaya adaylıkları gibi haklı gerekçelerle izah ediliyordu o yazıda.

Aynı sitenin bir başka haberinin başlığı da aynen şöyle: “Erdoğan’dan Yunanistan’a Yunanca uyarı!”

Haberlerin teferruatlarını isteyen takip ettiği sitelerden okuyup öğrenebilir. Biz, AKP iktidarının gazetelerinin sitelerinde eğleneceğiz biraz daha.

Bir Sabah yazarı, Bebek sahilinde durduğu bir gün İlker Başbuğ’u anlatmasın mı?

28 Şubat’ta FETÖ’nün işbaşı yaptığını yazdıktan sonra diyor ki: “Yoksa millete rağmen Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un eline kelepçe vurabilirler miydi?” (Sabah Gazetesi, 02.06.2022 – Salih Tuna yazısı)

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın, milletimizin dili iddialı “Bunlar çürük. Bunlar sürtük...” tanımında gezicilere yakışan teşhisi koyma izahlarına ve ona savunname peşindeki kalemşorlara takılmadan, yine aynı Sabah yazarının “Siz de bir puştluk mu var çocuklar” adını koyduğu makalesini sereceğiz gözler önüne. (Sabah Gazetesi, 09.06.2022 – Salih Tuna yazısı)

Torunlarımızın o kelime ne demektir, diye bir sorusu olduğunda hanelerimizde, yüzümüz kırmızıya keserken, yazısının başlığında o ve benzeri bir kelimeyi kullanması bir katibin, “At sahibine göre kişner” atasözümüzün icra gücünden dolayı olsa gerekir.

“Küresel sistem yandaşı zibidi muhalifler.”

Kimdir bunlar, nerede türemişlerdir? Yaşları hangi rakamların arasındadır? Eğitimlerini nerelerde almışlardır. Eğitilmediklerine göre...

AKP’nin 20 yıldır iktidarda olduğunu bilirim. O yıl doğanların 20 yaşında olduklarını, beş yaşında ana okullarına teslim edilenlerin yirmibeş yaşından gün aldıklarını bilirim.

Size göre az şey mi biliyorum?

1960’lı yıllarda müfredatımızda olan “Adabı muaşeret” derslerinin yeniden yürürlüğe konmasının istenmesi, galiba boşuna değil.

Bir haber başlığı da 15 Temmuz öncesindeki FETÖ övgüleri sürekli paylaşılan Adalet Bakanı’mız Sayın Bekir Bozdağ’ın bir demeciyle alakalı.

“Stokçuluk ve fahiş fiyata ağır cezalar yolda.”

Caydırıcılık gücünün veya adalet duygusunun korkutma damarlı kullanılması alışkanlık yaptığında, 20 yıldan sonra söylenecek sözler ancak bunlar olabilir.

Stokçuluk ve fahiş fiyat hâlâ yok edilememişse, kaldırılması çok zor olan ağır cezalarla mı önlenecek?

Ağır cezalar yolda.

Niye yolda?

Taşınması zor olduğundan, ağır vasıtalarla ağır ağır geliyormuş.

Hazinemiz Sabah Gazetesi’nin bir başka yazarı da (Bakınız Engin Ardıç – 08.06.2022) “Sosyetik yazı” başlıklı yazısının bir yerinde, taşlarla doldurmuş gedikleri.

“’Ağır ceza kesildi’ diyor gazeteler, birkaç bin lira.

Çulsuz muhabire ya da dar gelirli memura göre ağır.”

Çulsuz muhabir, dar gelirli memur...

Hani Sayın Maliye Bakanı’mız, “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar” demişti.

Gazetecileri de işte böyle bunların.