Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hakikat bu ki, yapıcı olarak şehir hayatına iştirak etmiyoruz. Devletin veya belediyelerin misafirleri olarak” yaşadığımızı söylüyor. Bu geçici ikametimizde bir kıymetimiz olmadığı da uygulamalara bakılınca açıkça görülüyor. İster istemez seçim sürecine girilen şu zaman diliminde seçimin nasıl bir seçim olduğunu sorgulamak gerekir ancak bu sorgulamayı yapacak bir ortamın yokluğu da başka konuları da getiriyor. Seçiyor muyuz yoksa tayin edilenler içerisinden tercih de mi bulunuyoruz? Elbette bu bütün seçimler için geçerli olan başlı başına bir sorun. Bu sorunu şimdilik bir kenara bırakarak biraz da yeni seçilecek başkanların profiline bakmakta fayda mülahaza ediyorum. Aklıma hemen şu soru gelip duruyor. Yeni seçilecek belediye reisleri veya namzetleri şehir’den, şehir hayatından ne anlıyor? Ve bu namzetler, seçildikleri takdirde şehirlere, şehrin dokusuna nasıl bir dokunuşta bulunacaklar? İşte bu iki soru bile uykuları kaçıracak kadar ciddi bir mesele ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
En azından soruları artırdıkça uykusu kaçabilecek insanların var olduğunu ummak istiyor insan. Yoksa şehirleri ve şehir yaşantısını daha karmaşık hale getirecek ardından birkaç makyaj ve imaj işi ile kendilerince zevahiri kurtarıp bir sonraki seçimde yine kapı kapı dolaşıp kendilerini yeniden seçtirecek yeni dayılar mı bulacaklar? Her defasında daha kötüsü de olabilir diyerek haline şükreden vatandaş rolünü oynamaya devam eden vatandaşın duygularını yeniden istismar mı edecekler? Acaba ne vaat ediyorlar? Yoksa asfalt söküp, asfalt dökerek; parke söküp parke döşeyerek veyahut parsellerin dağıtımını yaparak bir dört senede şu aziz şehirlerin siluetlerini tanınmaz hale getirip hesapsız kitapsız çekip gitmek mi istiyorlar? Bizden oy’dan başka ne istiyorlar?
Peki, biz ne istiyoruz? Nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz, hizmet alımında önceliklerimiz neler? Nasıl yönetilmek istiyoruz? Şehirlerin mukimi olarak mı yoksa misafirleri olarak mı yaşamak istiyoruz? Söz hakkı olan mı yoksa ne olursa olsun razı olan mı? Daha yalın ifade ile şehirde olup bitenden her şey olup bittikten sonra en son haberdar olan mı? Yoksa bütün bu süreçleri bir kenara bırakıp sadece politik kutuplaşmanın bir kulpundan tutup kuru bir söylem, nezaketsiz karşılaşmalar ve bitmeyen kürekçi kavgalarının bir parçası mı olmak istiyoruz? Yoksa bir köşeye atıp kendimizi kazanandan yana olarak kazanma hazzını mı duymak istiyoruz? Biz ne istiyoruz, talebimiz ne? Bu soruların cevabını vermek gerekiyor. Seçim yapmak bir sorumluluksa, bir vatandaşlık ödevi ise takip etmek, sorgulamak ve hesap sormak da seçim kültürünün bir gereğidir.
Nedir seçimimiz veya tercihimiz? Yaşayabileceğimiz bir şehir düşüncesinin peşinden gitmek mi yoksa her şeyi akışına bırakıp böyle gelmiş böyle gitsin demek mi? Partizanlık mı? İşte, geri dönüp bakıyorum geçen zaman içerisinde değişen tek şey isimler. İcraatlar mı? Onlar hep aynı. Şehirden, medeniyetten söz açıp gidip birbirinin kötü kopyası işlere imza atmak, sadece şehir ve medeniyetin kremasını yiyen ve hiçbir şey söylemeyen entelektüel kabızlıkların yol açtığı tahribatı da ekleyince daha fazlası için bir çabaya gerek yok. Nitekim giderek ruhsuz, renksiz ve insanı boğan şehirlerde yaşamaya devam edeceğiz. Her belediye kendi beslemelerinin kültürsüzlüğü ile yol alacak ama halk olarak uzaktan bakıp ufukta bir umut ışığı görmeden yine aynı tekerlemeyi söylemeye devam edeceğiz. Olduğumuz yer olmak istediğimiz yer mi? Kaç huzursuz ruh var gördüğünden, yaşadığından muzdarip? Belki birileri vardır, ümit etmek istiyor insan yine de! Hoşça bakın zatınıza…
TAŞ GEMİ
“Nasıl istersen öyle dinle, bakın,
Dalların zirvesindeyiz ancak,
Yarı yoldan ziyade yerden uzak.
Yarı yoldan ziyade maha yakın.” (Ahmet Haşim/ Yarı yol)
Not: Bu hafta güçlü iki ses var listemizde. Abdel Halim Hafez’den, “Ahwak”ı ve de Bob Dylan’dan, “Make you feel my love” u da dinleyebilirsiniz.
Tekke
“Bu kusursuz yoğunlaşma” göğüsün açılıp genişlemesine (inşirah) tekabül eder ve bu nedenle dervişlerin dansı bazen Zikr’üs-Sadr (göğüsten yapılan zikir) olarak adlandırılmıştır. Bu dansın aynı cinsel yaşam gibi hem hayati, hem varoluşsal, hem de ayinsel kendine özgü bir büyüsü bulunuyor. Bilkuvve tarzda sembolik olarak Sonluyu Sonsuza ya da “Ben”i “Kendi”ye dönüştürür.” (Frithjof Schuon’dan tadımlık)
Dağarcık
“Ben bu yalnız ağacın eşiyim. Bu ağaç gibi ayaklarım toprağa bağlı. Yağmur, kar, fırtına… Şikâyette hakkı yok bu ağacın. Bu ağaç gibi kuruyup gideceğim bozkırın ortasında. Gözlerini sımsıkı kapatır. Yeniden belirir güneşin negatif görüntüsü. Karşı, çıplak tepelere bakar.” (Ahmet Uluçay’dan tadımlık)
Bir lahza:
“Biri ölür üzülmezsiniz, sonra asılı hırkasını görürsünüz, o hırkanın duruşu kalbinize oturur.” (Nuri Bilge Ceylan’dan)
***
“Sen gelmesen de ben beklerim. Ne olacak sanki cebimden mi gidiyor, canımdan gidiyor.” (Selvi Boylum Al Yazmalım’dan)
Bize Kadar:
1- Whitehead’a göre “Hayat”: “Geçmişten edinilen ve geleceğe yönelen hissiyatın keyfinden başka bir şey değildir.”
***
2- Schopenhauer, “Konuşma ki seni görebileyim” der.
***
3- Kafka, yolu tarif eder: “Sonsuzdur yol, ne kısaltılacak ne de eklenecek bir şey vardır ona.”
***
4- Geothe, “Dünya hassas kalpler için cehennem gibidir” der.
***
5- Bu hafta istersen, Erdoğan Özmen’in “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan- Yas, Melankoli, Depresyon” isimli kitabını okuyabilirsin. Kitap “İletişim Yayınları”ndan.