Öğretimi eğitimin önüne aldığımız için okullar çoğalıp, okuryazar oranı arttığı halde cehalet zirve yapıyor. Cehaleti mektep görmemek, diploma sahibi olamamak sandığımız için yanılgılarımız artıyor. Yanılmayı çok sıradan bir şey haline getirmeseydik dikkatli olmayı kaderimizi oluşturmakta çok mühim bir unsur kabul ederdik. Dini dindarlık yaftasını gönül tahtamıza çivilemek için değil de şahsiyetimizin bir parçası haline getirseydik, bu kadar vaize iş düşmeyecekti. 

Susan vaizlerimiz olsaydı, kelimelerden tasarruf yapıp, kelimesizlikten kıt imkânlarla derdini anlatamayanlara o kelimeler verilseydi derde derman olurduk. Okumayı sadece gazete, dergi ve kitapla sınırlamayıp tabiat ve insan okumaları da yapsaydık kâinatın tirajı her gün biraz daha artmış olurdu.

Siyaseti değil hakikati arasaydık, siyaset için değil hakikat için kavga etseydik, günahlarımız belki de çoktan bağışlanmış olacaktı. Başkasına Kur’an okuduğumuz kadar Kur’an’ı kendimize okusaydık çoktan kâmil insan olmuştuk. Birbirimize harcadığımız nefret enerjisini İslam ve insan düşmanlarına harcasaydık Allah huzuru iç odamıza soğuk kış gününde soba gibi kurardı. 

Kendimizi karşımızdakini yanlış anlamaya zorlamak yerine nefsimizi bir kenara koyup anlamaya çalışsaydık şimdi idrakimiz bize bu denli ihanet etmezdi. Giyim kuşam tartışmasına ayıracağımız vakti, açları doyurmaya, yoksulları giydirmeye ayırsaydık, muştu meleğimiz yere inerdi. Patronumuza, amirimize gösterdiğimiz saygıyı ve hata yapmama hassasiyetini Allah’a gösterebilseydik, kabir korkumuzu bile yenerdik. Gıybet, dedikodu, boş konuşma, iftira gibi başkaları üzerine odaklanma gerektiren hak ihlallerini yapacağımıza hiçbir şey yapmayıp sadece ama sadece sussaydık o bile yeterdi. 

Açılan kapıyı yeniden açmak, söylenen sözü yeniden söylemek, kurulan cümleyi tekrar kurmaya çalışmayıp her an yeni bir iş ve oluşta olsaydık, dünyamızda değil yaprak kayalar bile kımıldardı. Şefkat, merhamet ve sevgi ondan nasibini kıt almışların ağızlarında sakız olabilir ancak, keşke ahlak demeden önce ahlaklı, merhamet demeden önce merhametli olsaydık. İnsan olmanın az bir şey olmadığını fark ederdik. Keşke uygun zamanlarda yatıp uyusaydık da hakikat, fazilet ve hikmet karşısında çok tuzlu uykulara dalmak zorunda kalmasaydık. Ah n’olurdu öleceğimizi her lahza aklımıza getirseydik de kardeşimize, dostumuza, arkadaşımıza, komşumuza kalkıp desiseler hazırlayıp kumpaslar kurmasaydık. 

Selam vermek kadar selamın karşımızdakine karşı derinlikli bir dua olduğu bilinciyle hareket edip bu duanın anlamı mucibince birbirimize davranabilseydik. Yazmamanın da bir çaresi olaydı, düşünmemenin, konuşmamanın bir da. Yaşamak boylu boyunca önümüzde dururken keşke yazmak zorunda kalmasaydık.  Düşenin dostu olsaydı ve bütün atasözleri atalar gibi iddiaları ile beraber toprağı bekleselerdi. Biz kalkıp kendi şarkımızı yeniden yazıp hep birlikte söyleseydik.

Keşke bizi okuyan sevgili okuyucu okumakla yetinmeyip, arkasına yaslanmadan önce bu köşeyi yazan fakirin ne halde ve nasıl böyle bir yazıyı yazmaya karar verdiğini düşünseydi. Okuyucunun yazarlığa evrilmesinin böyle bir empatiyle beraber gerçekleşebileceğini fark etmiş olurdu.