Eskiden ilk mektep talebeleri köylerde sabahleyin erkenden kalkıp doğruca Kur‘an Kursu‘na gider, bir- bir buçuk saat kadar Kur‘an okuyup, 32 Farzı tekrarladıktan sonra okulun yolunu tutarlardı. Sabahleyin Kurs, saat 07.00 gibi başlar, 08.30‘da sona ererdi. Sonra çocuklar olarak uzaklığı üç beş dakikayı bulmayan ilkokula doğru bir koşu tuttururlardı.
Köyde Hocanın maaşını köylü verirdi. Ayrıca köylü Hocaya ekip dikmesi için köylüler arasında "makıf" diye telaffuz edilen, bilinen 15- 20 dönüm bir vakıf arazisi verirdi. Hoca Efendi o vakıf arazisini eker, biçer bütün yaz ve kış ihtiyacını oradan karşılardı. Bir de Kur‘an Kursu‘na gidenler Hocaya Perşembe günleri "Perşembelik" diye bilinen bir şey götürürlerdi. Bu iki kilo yoğurt, 10- 15 yumurta, bir kilo tereyağı, bir tabak bulgur, üç- beş kilo un, bir kucak odun... gibi hediyelerdi.
Perşembe sabahı içeri giren öğrenci getirdiği tabağı masayı andıran geniş pencere kenarına koyar, sonra gidip sırasına oturdu. Ertesi gün herkes getirdiği yiyecek kabını alıp evine götürürdü.
Öğrenciler okula varınca hızını alamaz, okul bahçesinde ezan okumaya başlarlardı. İşte bu demde öğretmenler alı al moru mor olurdu. Yasaklamaya kalksalar olmaz, ses çıkarmasalar olmaz... Bir de öğretmen Cuma namazına gelmezse yandığı gündü. Çünkü köylü itibarı keserdi. Dahası, köy çok zengin bir köydü. Nüfusu çoğunlukla İzmir‘le -Konya‘nın bu köyü olan- "Miligös Köyü" arasında mekik dokurdu.
Köyün hocası ise tek parti döneminde köy odalarında, hatta bazen ahırlarda gizli gizli okumuş, hafız olmuş biriydi; daha sonra Konya‘nın meşhur hocalarından Arapça ve dini ilimler tahsil etmişti. Hoca mizaç olarak alabildiğine serti, ya da sert görünümlüydü. Yalnız öğrencilerini çok iyi okutur, öğrettiğini iyi öğretirdi. Hafta sonları ve yaz aylarında Kurs öğleye kadar sürerdi. 8-10 öğrenci hafızlığa çalışırdı.
Biz ise ilk mektep sıralarında iken büyüklerin arasında idare ederdik. Çünkü yaz aylarında gelinlik kızlar ve delikanlılar Kur‘an Kursu‘nun demir başları olurdu. Kursun bir sırasında gençlik yaşına gelmiş genç kızlar oturur, bir tarafında delikanlılar... Fakat sıkaysa birbirlerine baksınlar, gülümsesinler. Kızlarla erkeklerin birbirlerine yan gözle bakmaları mümkün değildi. Hoca Efendi göz açtırmazdı. Kur‘an okumasını iyi bilenler bilmeyenleri çalıştırırdı.
Elbet evlilik yaşına gelmiş genç kızların ve delikanlıların Kursa gelmek için önemli bir nedenleri vardı. Çünkü Köyün Hocası, "Dini nikâhı" kıyarken yarım sayfa Kur‘an okutur, sonra da nikâhını kıyacağı kız ve erkeğe 32 Farzı eksiksiz saydırır, bazen bütün namaz surelerini sırasıyla okuturdu. Nikâh davetlilerin huzurunda kıyılırdı. Şayet gelin ve damat adayı soruları bilemezlerse köyde günlerce, haftalarca alay konusu olurlardı. Bu nedenle mahcup olmamak için okul kapanınca, ekinler oluncaya kadar bir ay süren Kursun müdavimleri genellikle evlilik yaşına gelmiş delikanlı ve genç kızlar olurdu.
Hoca Efendi iyiydi iyi olmasına karşın, ne var ki eli biraz ağırdı. Öyle tokat mokat vurmazdı. Onun tercihi "Falaka" idi.
Hiç unutmuyorum bir gün Hoca bir şeye kızmıştı. Yaşı ben diyeyim 30, siz deyin 35... İçeri girdi, herkes dersine çalışsın, dedi. Oğluyla sınıf arkadaşıydık. İlk olarak onu okutmaya başladı. Garibim koskoca sayfayı bir iki yanlışla güzelce okudu. Yaşı 9‘du. Hoca Efendi falakayı işaret etti. Oğlunu yere yatırdılar ayaklarına falakayı geçirdiler. Çıplak ayaklarına Hoca vurmaya başladı. Bir, iki, üç dört... Çocuk "Valla Billa Hocam bir daha çok çalışacağım. Ne olur Hocam vurmayın" diye feryad figan ediyor... Beşinci ve altı sopadan sonra çocuk bu sefer ayakları iyice acıyor olmalı ki, yalvarış şeklini değiştirdi. "Valla Billa Baba bir daha çok çalışacağım, Ne olur Baba, yeter baba..." Herhalde on defa vurdu. Meğer bu başlangıçmış. Hoca Efendi dibace babından önce kendi çocuğunu dövmeye başlarmış. Hoca oğlunu falakaya yatırdıktan sonra sıra yaşları 18- 20 arasında değişen gençlere gelmesin mi? Kızları dışarı çıkarıp sıradan milleti falakadan geçirdi. Bir daha çalışacak mısınız? Bir daha yaramazlık yapacak mısın? Bir daha elin kızına yan gözle bakacak mısın? Tabii herkes yeminler ederek yapmayacaklarını söylüyor töbeler ediyorlardı.
Falaka esaslıydı. İki kişi yanlardan tutar, farklı boğlumlu iki ipe ayaklar geçirilir, gerdirilip kaldırılınca ayaklar tabak gibi havaya kalkar ve vurulacak kıvama gelirdi. Onda sonra bir metreyi bulan Hocanın elindeki sopa, ayak altları ile buluşurdu. Her şaklayışta korkudan titrerdik. Sıra bize de gelecek mi, korkusuyla ne yapacağımızı bilemezdik.
Falaka Osmanlının çöküş sürecinin bir aleti, bir açmazı. İnsanları dinden, eğitimden soğutmada en etkin araç... Koskoca imparatorluk yıkılırken çözüm maalesef falaka da bulunmuş...
Bu bağlamda "dayağın acısını atan değil, yiyen bilir" ifadesi ne kadar haklı... Yalnız rivayete göre ulema dayağın atılışı konusunda ihtilaf etmiş: Acaba sopa mı yoksa değnek mi olmalı, diye. Değnek bilindiği üzere sopanın incesidir. Kalını ise adı üstünde sopa...
Osmanlı‘nın çöküş sürecinde bu konuda ölçüler, kıstaslar konulmuş. Uzunluğu beş karıştan fazla olmayacak... Kalınlık konusunda ise yine ihtilaf baş göstermiş. Bazıları kalınlığın 12 mm, bazıları da 8 mm olacağını savunmuş... İş bununla da kalmamış. Falaka sopasının hangi ağaçtan yapılacağı da gündeme gelip tartışılmış. Öyle her ağaçtan sopa olmazmış. Okkalı bir sopa mutlaka ya ayva ağacından olurmuş, ya da kızılcıktan... Kızılcık ağacından yapılan sopa daha tercihe şayanmış... Bunlar bulunmazsa Hurma ağacından da sopa olabilirmiş... "Sofu geçinenler" ise genellikle Hurma ağacından yapılmış sopayı tercih ederlermiş...
Durun, daha bitmedi: Sofuların Hurma sopasının seçmelerinin de özel bir anlamı varmış. Hurma ağacının uhrevi sevabı olduktan başka hurma dalı ile "Okşanan" ya da "Islatılanlar" "Yarım hacı sayılır" derlermiş...
Tabii bütün bu anlattıklarımıza karnımız tok. Falaka ile sopa ile ilgili merhum Mehmed Âkif‘in şu mısraları her şeyi bir çırpıda anlatmaya yeter de artar:
Dayak "Âmentü"ye girdiyse, benim karnım tok.
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!"





