Sadece insan yüzlü değil insan yürekli şehirler.

Tıpkı milyonlarca insan yüzünün nakışının birbirine benzemediği gibi şehrin nakışları olan coğrafi işlemelerinin, nehirlerinin, dağlarının, havasının, manzarasının hiç birbirine benzemediği insan yürekli diyarlar.

M.Şefik Korkusuz’un Beyan yayınlarından çıkan Diyarbakır hakkında her şeyin anlatıldığı;“Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat”isimli kitabını bir solukta okudum.

O eski avlulu evleri, dar sokakları, artık kaybolan mahalle kültürünü, sıcak komşuluk ilişkilerini, sokağın delilerini velilerini, kaybolan bir dönemin fotoğraflarını satır aralarında incelerken hüzünlendim.

Artık şehirler eskiye dair pek çok değeri muhafazada zorlanmakta, insanların yüzüne bakan o sevimli evleri, gittikçe insandan uzaklaşıp çirkin mimarili bedenleri ile insan ruhlarını da yozlaştırmakta.

Dedeli neneli üç neslin yaşadığı, avlularda, eyvanlarda, kilerlerde toplanan anıların devşirildiği mutlu zamanlar ne yazık ki masallarda kalmıştır. Teknoloji, televizyon, bilgisayar artık ne gece oturmalarını bırakmıştır, ne sıra gecelerini.

Bilmem imece usulü şehriye kesmekte midir hâlâ Diyarbekirli kadınlar.

Duvaklı şehir Diyarbekir’in nazı, ne yaz biter ne de kış.

Öyle ki İ.Fikret Biçici’nin dediği gibi:

“Yılanlı akrepli sevdalı şehir

Seni hatırladıkça içim burkulur”

O bunaltıcı sıcağına karşın halk, sevdasından zerre miktar kaybetmez de damlarda kurulmuş sitaresi çekilmiş tahtlarında yıldızları ve dolunayı seyrederek uyur çocuklar.

Yaz sıcaklarını şöyle anlatır yazar:

“belediyeler bir dönem, öğlene yakın, cadde ve sokaklarda insanların evlerinin en serin yeri olan bodrum katlarına girmeleri için anonslar yapardı, bu anonslar ikindiye yakın tekrar yapılıp insanların dışarı çıkması sağlanırdı.”

Yaz mevsimine ikinci bir deyişle yılan ve akrep mevsimi de denirdi. Bu mevsimde aşağı yukarı her evde akrep veya yılan görülür ve bir şekilde çaresine bakılmaya çalışılırdı. O çareyi de S. Yazıcıoğlu anlatmakta:

“Ben gençken bir gün çarşıdan eve geldiğimde, annem beni çağırıp “Oğlum kilerde bir büyük yılan var, çabuk git şeyh Güzel’e haber ver gelsin çıkarsın” dedi. Şeyh Güzel komşumuzdu, hemen koşarak dükkânına gittim ve durumu izah ettim, derhal benimle geldi. Kilere indik, annem yılanın girdiği deliği gösterdi. Şeyh Güzel bir şeyler okuyup deliğe doğru üfledi, o anda yılanın kuyruğu bir miktar dışarı çıktı ve hemen onu yakaladı, zorla da olsa dışarı çıkardı ve cebinden çıkardığı bir bez torbaya koyup götürdü, biz de rahatladık.”

Masal gibi değil mi, şeyh Güzel ve sırlarla dolu yılan efsunları.

Nazını cefasını kışın da bırakmaz şehir, aşırı yağan karlar, acımasız soğuk; tir tir titretse de kimse sevdasından vaz geçmez.

Diyarbekir’li şairelerden Fatma Hanım’ın miladi 1886–87 kışını anlatan şiiri, bu acımasız soğuklar hakkında önemli bir kanıttır:

“Mali üçyüz iki kışında savuk

Kuruttu meyveyi kaldı hep kabuk

Öldü pinde nice horozla tavuk

Çizmeler yerine geyildi çaruk

Aman Ya Rab! Bu savuğun elinden.

Dicle nehri baştanbaşa kesti buz

Geçti âlem üzerinden şeb u ruz

Her tarafta söylenildi böyle suz

Olmadı ah odun, kömür heç ucuz

Aman Ya Rab! Bu savuğun elinden

Odun kömür oldular öd ağacı

Efendi, bey, ağa oldu muhtacı

Yandırdılar tahtaları, tokacı

Ağır oldu tezegin de revacı

Aman Ya Rab! Bu savuğun elinden

Fatma Hanım’ın şiiri uzar gider ama Ş.Korkusuz’un  “eğitim kültür ve sanat” başlığı altında açtığı bölümde Diyarbekir’in münevver insanları tükenmez. En fazla şair yetiştiren şehirlerimizden biri olarak da anılır. Ki bu şairler şiirlerini Arapça, Farsça, Osmanlıca, Kürtçe yazacak kadar da zengin bir kültür hazinesine sahiptir.

Divan edebiyatında nam salan Diyarbekir’li şaire Sırrı Hanım da herhalde bu güzel coğrafyadan ilhamını almıştı.

Günümüz üstadlarından şair Sezai Karakoç’un bu toprakların çocuğu olması; eser müessir denklemi gibi şehir ve insan benzeşmesini, insan yürekli diyarların içli evlatlarını bir kez daha tebessümle, saygıyla anımsatmakta.