Öğrenmenin yaşı da yok, sınırı da! Her zaman bir şeyler öğrenmeye açığızdır, öyle de olmak zorundayız. Çünkü hayatta çok ilginç şeyler oluyor. Bunları illâ da yaşamak gerekmiyor. Hatta kötülerini yaşamamak veya onlara mâruz kalmamak için çevrede olup bitenlere kulak kesilmek gerekir. Ben de öyle yaptım.

Geçen gün Üsküdar Altunizade’de Metrobüs’e binebilmek için uyduruk köprü engellerini aşmaya çalışırken, merdivenlerden birinin inişinde bir gencin halini görünce içim burkuldu. On altı – on yedi yaşlarında görünen gencin merdivenin basamağına oturmuş, başını ellerinin arasına alıp boynu bükük ve ağlamaklı bir vaziyetteki hali, bütün merhamet duygularımı harekete geçirdi.

Ayakkabı boyacılığı yaptığı önündeki malzemelerden belli oluyordu. Boyacı sandığı her ne sebeple ise elinden düşmüş, boya şişeleri kırılmış, fırçası ve diğer malzemeleri etrafa saçılmış vaziyetteydi. Yerlere siyah ve kırmızı boyalar saçılmış, vahim bir manzara oluşturmuştu. Yol güzergâhı akşam iş çıkışı olduğu için çok hareketliydi. Gelip geçenler olup bitenlere bakıyordu sadece, kimse ilgi göstermiyordu.

Fakat benim merhamet damarlarım iyice kabarmıştı, ani bir kararla elimi cebime attığımda iyi bir rakamı gözden çıkarmıştım. Hatta aklımdan geçirdiğim rakam, kırılan malzemelerinin tamamını karşılasın diye düşündüm. Elimi cebime soktuğumda yanımda hiç para olmadığını fark ettim. Müthiş bir vicdan burukluğu içinde ben de herkes gibi yürüyüp gittim. Gencin görünen hali yolculuk boyunca zihnimi meşgul etti. Çaresizliğin, parasızlığın, işsizliğin ne kötü bir şey olduğunu düşünüp durdum.

Aynı güzergâhı işe gelişte de kullandığım için, ertesi gün aynı genci bu sefer yola yakın merdivenlerin başında aynı vaziyette tekrar görünce, olayın bir mizansen olduğunu anladım ve bütün merhamet duygularımın sömürüldüğünü hissettim ve vicdanî / insanî duygularımın sömürülmesini hazmedemedim. Bu defa, üzgün, çaresiz ve perişanlık numarası yapan gencin başında birkaç tane bayan vardı ve onu teselli etmeye çalışıyorlardı. Onlar da, olayın gerçekliğine inanmışlardı, bir önceki gün benim inandığım gibi!

***

Bu olayı iş yerinde bir öğle yemeği sırasında arkadaşlarıma anlattığımda hiç şaşırmadılar. Bunun aynısının Boğaz Köprüsü çıkışında, hastane bahçelerinde yapıldığını ve yaya trafiğinin yoğun olduğu değişik mekânlarda tekrarlandığını söylediler. Meğer duygu sömürgenlerinin bir buluşuymuş bu mizansen!

Bunun üzerine bir arkadaşım (EB) yaşadığı bir hadiseyi anlattı. Ailesinin oturduğu İstanbul Fatih’te “mahallenin dilenci”si bir gün ona tesadüf etmiş. Onu tanımadığı için, “Memlekete gideceğim, bana yol parası verir misin ” diye dil dökmeye başlamış, o da adamın haline ve anlatış biçiminin gerçekliğine inanıp, “para yardımı”nda bulunmuş!

Birkaç gün sonra ailesinin oturduğu evin zili çalmış, bu arkadaş da evdeymiş. Kapının önünde bir bayan ve arkasında da yaşlı bir adam varmış! Arkadaşımın ailesinin kirada oturduğu bu ev, sahibi tarafından satılığa çıkarılmış, gelen kişiler de eve müşteri olmaya gelmişler!

Arkadaşım, kadının arkasında duran adamı görünce hemen tanımış ve “Amca! Beni hatırladın mı ” diye sormuş. Adam, “Hayır evlâdım, ben yaşlı bir adamım, seni tanımıyorum ki hatırlayayım!” demiş. Arkadaş lafını esirgememiş ve “Amca iki gün önce ‘Memlekete gideceğim’ diye benden para isteyen kişi sen değil misin ” deyince, adam da kadın da apar topar orayı kaçarak terk edip gitmişler.

***

Başka bir arkadaşım da (AY), “Bir gün Cağaloğlu’ndan Sirkeci’ye inerken bir lokantanın önünde bir adam gördüm, kızarmakta olan tavukların önüne durmuş, alnını cama dayamış, bütün haliyle açlığını ilân eder bir vaziyetteydi. Adamı o halde görür görmez tuhaf oldum, epey ilerlemiştim ki ani bir kararla geri döndüm, adama ‘Aç mısın ’ diye sordum.

Adam hiç dermanı kalmamış insanlar gibi zar zor bir halde bir ses çıkardı. Ağzından çıkan sesi duymadım ama başını sallayarak ‘evet’ dediğine karar verdim. Lokantadan kızarmış tavuğun fiyatını öğrendim ve adama bütün bir tavuğu alabilecek kadar para verdim. ‘Al bu parayı içeri gir ve karnını doyur dedim’ dedim. Bir hafta sonra yine oradan geçerken aynı adamı, aynı vaziyette görünce ben de ‘vaziyeti’ anladım” dedi.

***

Bütün bu uyarıcı hikâyelerin ardından bir başka arkadaşım da (KY) çölde yaşanmış bir hadiseyi hatırlattı. Mâlûm hikâye şöyle: Devesiyle birlikte çölde seyahat etmekte olan bir bedevî, güçlükle yürüyen, dudakları susuzluktan kurumuş bir adama rastlamış. Adam onu görünce su istemiş… Devesinden inip ona su vermiş… Suyu içen adam, birden bedevîyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış!

Bedevî arkasından bağırmış, “Tamam deveyi al git ama sakın bu olayı kimseye anlatma!” Bu isteği tuhaf bulan hırsız, biraz duraklayıp sebebini sormuş... “Eğer anlatırsan” demiş bedevî, “Bu haber her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler!” demiş.

Ama ben, büyük şehirlerde duygu sömürüsü yapan bu tip “sömürgenler”in, kimseyi enayi yerine koymamaları için anlattım. Yardımı, İslâm’ın öngördüğü şekilde “yakın”dan (öncelikle akraba) başlayarak bildiğimiz, tanıdığımız fakirlere verirsek, çok zor şartlarda kazandığımız paranın nereye gittiğini de bilmiş ve hatta görmüş oluruz. Çünkü kim olduğunu bilmeden yaptığımız yardımlar, bir yerde “duygu sömürüsü” yapmaya meyyal olanları teşvik anlamı taşıyor!