"Kim olduğumuz sorusuna cevap ararken, aklımız hep, kim olacağımız sorusuyla karışıyor. Kim olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğimiz sorusu peşimizi koyuvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor. Sanki Werner Heisenberg’in belirsizlik ilkesine tâbi olmuş gibiyiz. Nerede olduğumuzu öğrenmeye çalışırken nereye gittiğimizin bilgisi elimizden kaçıyor, eğer nereye gittiğimizi bilme gayretine kendimizi kaptırırsak nerede olduğumuzu unutma tehlikesine uğruyoruz. Ama bütün bu belirsizlik içinde karartılamayacak, önemi azaltılamayacak, vazgeçilemeyecek bir kalkış noktamız var: Bizler, hepimiz birer ürünüz. Hepimiz husule geldik, hepimiz oğullar ve kızlarız." (İsmet Özel)
Günleri birbiri ardına yitiriyoruz. Bazı günleri önümüze döküp, muhasebe ediyoruz bazı günleri de yitirip gidiyoruz. Hiçbir çıktı almadan sadece kayıp hanesine ekliyoruz. Ara ara gün dökümü yapıyorum bu aralar, bazen birçoğunun yitimine şahit oluyorum. İçindeyken pek fark edemediğimiz birçok şeyi görme imkânı sağlıyor. Kafa karışıklığı oluşturtmuyor. Haliyle sürekli kim olduğunu kontrol etme imkânı veriyor. Böyle…
Cumartesi
Afetleri, savaşları, bütün üzücü -sarsıcı olayları ekranların bize yansıttığı şekli ile hissediyoruz. Bu his aramızda yaşanan olaylar ve olgularla bir mesafe oluşturuyor. Son zamanlarda bazı konularda duyduğumuz hassasiyetler giderek sıradanlaşıyor. Derinliğini yitiriyor. Bazen sadece bir etkinliğe katılmaktan öteye gitmeyen hatta bir anlık “gaz alınması/atılması” gibi bir şeye dönüşüyor. Genel olarak bir kafa karışıklığı ile iktidarın konumlandırdığı kadar konumlanmak şeklinde cereyan ediyor. Yaptırım gücünden uzaklaşıp ne hükûmeti incitecek bir şey yapmamayı ne de aynı zamanda bir şey yapmış olmak için yapmayı amaçlıyor. Elbette her şeyin bir cevabı var. Yedi düvel gibi soyut, her şeye çekilebilecek elastiki bir muhakeme ile oluşturulan zihinsel kitlik ve ruhsal kuraklıkla her şey yürütülebiliyor. Gerçek manada kimse üzülmüyor, acı duymuyor, dertlenmiyor ve bu hesaba göre herkes kazançlı çıkıyor.
Kültürel kopukluk, zihinsel parçalanmışlık, yabancılaşmak ve hepsinden kötüsü de iktidara göre hizalanmak elbette gerçeğin eğilip, bükülüp istenilen işleve getirilmesi için her şeyin planlanıyor oluşu neticesinde, tepkilerde o minvalde ortaya çıkıyor. Bu konuda en büyük sorunlu alan ise insanları bu boşluğa düşüren STK’ların değersizleşip, iktidara tam midesinden bağlanmış olmaları görülebilir. Yukarıdan aşağıya doğru baktığımızda her konuda büyük bir yanılgının artık gerçek haline gelmiş olması söylenebilir.
Filistin meselesi de bu minvalde ele alınabilir. Artık bir yangının ifadesinden ziyade şiirlerin romantizmi akşam bir saatliğine konsolosluğun önüne gidip STK temsilcilerinin ağdalı boş konuşmaları eşliğinde dönülen nargile kafelerde ihale, makam veya mevki kovalamacalar ya da dedikodudan sarhoş olup eve dönmeler gibi. Zaten Kudüs ziyaretleri ile çoktan muhafazakâr turizmin en ateşli sahnelerinden biri haline getirilen realite çarpıntıları ve algılarımızın, yaşantılarımızın ne denli değiştiğinin bir göstergesi haline gelişi bizi incitmiyor. Farklılıklarımızı tek bir potada eritip sadece muhafazakârlık teranesi ile yol almak zenginlikten, dirayetten giderek yoksulluğa ve gamsızlığa evrilmesini bu zamanın darlığı olarak adlandırabiliriz.
Misalen bir savaşı, bir afeti, bir kazayı, bir belayı bir takımın fanatiği gibi okuyup ona göre yaklaşımlar sergileyip ve bir maç izlemekten öteye gitmeyen tavırlar içerisine girmek, tepkiler vermek tam da bu yoksunluğun bir ifadesi olabilir. Konfor alanlarını hiç terk etmeden, içsel altüst oluşlar yaşamadan her şeyi geçiştirerek yaşıyoruz. Nasıl ifadelerimizi belli bir karakter sayısına indirgiyorsak odaklanmalarımızı da o kadar kısa etkileşim süreçlerine indirgiyoruz. Haliyle bir şeyler eksiliyor, bir şeyler kayboluyor. Ama eksilenlerden, kaybolanlardan daha çoğunu kaybetmek için uğraşıyoruz. Bir çözüm için değil de öfkelerimizin fragmanlarına çözüm muamelesi gösteriyoruz. Bu yüzden de ezberlerimizi tek hakikat olarak görüyoruz. Belki “nereye gidiyoruz?” sorusu hepimizin yüzleşmesi zorunlu bir soru olarak karşımızda duruyor? Sahi, ‘nereye gidiyoruz?’ Esas mesele artık mazinin de şimdinin de ve geleceğin de büyük bir erozyona uğramış ve uğruyor olmasıdır.
Pazar
Muhatapsız konuşmalar ve yazışmalar gördükçe bir hayli üzüntüm artıyordu. Ama sonra ortadaki terslik gittikçe normalleşince beni bir gülme tutmaya başladı. Örneğin çılgınca zaman, insan ve mekân tüketmekte ve israftan kırım kırılmakta olan insanların konuşmalarına, ‘Tüketim kültürü, dünya düzeni vb.’ diyerek başladıklarında elimde olmadan bir gülme tutuyor beni. Sabah okuduğum haberde emekten bahsedip, hak ve hukuk vurgusu yapıp sonra bir güzel emek sahiplerini yarı yolda bırakan sendika temsilcisinin hizalandığı fotoğraf karesini görünce aynı gülme geri geldi. İdeolojik manipülasyonlar ve toplumsal kontrol mekanizmaları, işlerini yaparken zorlanmıyorlardır diye düşünüyorum. Çünkü artık onların yerine kolayca aracılık edecek kurumlar ve mekanizmalar var. Bütün mekanizmalar etkisiyle insanların düşünce ve davranışları giderek sınırlı, standartlaşmış bir şekilde sistemin işleyişine bağımlı hale gelen bir toplumsal yapı var. Her şeye uyumlu, kabullenici bir kimliğe sahip kitleler ne özgünlük ne de özgürlükten bahsedebilirler. Çünkü sorgulamayı, düşünmeyi, özgünlüklerini korumayı, kimliklerini güçlendirmeyi bırakmış kimselerden boyut beklemek gaflet olur. Haliyle böylesi bir iklimde ‘var olma’ mücadelesi yerine uyma/uyumlu olmayı seçme makul bir yol oluyor. Haliyle söylemler, ezber eylemler yeni hale uygun oluyor. Haliyle oluşan paradoks ise mizahtan öteye varmıyor.
Hayatın ağırlığı ile insanların meseleler karşısındaki hafifliği beni etkiliyor. ‘Nasıl?’ diye sormadan edemiyorum. Yaşlı adam gözlerimin içine bakıyor ve sanki o takılıp kaldığım yerde beni görüyormuş gibi bir his uyandırarak, ‘hepsi geçiyor’ diyor. ‘Alışamıyorsun bazıları gibi ama anlamaya çalışmaktan vazgeçiyorsun’ diyor. Ya da yoruluyorsun. Sanki daldığım yerden çıkmam için elini uzatıp çekip çıkartıyor. Oturduğum banktan doğruluyorum. Evsizler, karınlarını doyurmuş kütüphaneye doğru geliyorlar. Kütüphanenin açılmak üzere olduğunu anlıyorum. Sırtlarındaki çantalar, gözlerindeki umursamaz bakışları ile büyük çözümlemelerin dışına çıkmış insanların adeta göçü andıran yürüyüşlerini izliyorum. Az önce gördüğüm fotoğraftaki sarı sendikacıdan daha gerçekler. Yaşlı adamla tekrar göz göze geliyoruz, birbirimizi anladığımızı gözlerimiz ifade ediyor. Yavaşça kalkıp sıraya doğru yürüyorum. Gün başlıyor. Şehir, kütüphanenin etrafında dönüyor sanki. Yolun karşısına toplu taşıma araçları sıralanıyor. Şehrin doğusundan batısından insanlar geliyor. Herkesin gelişi farklı, gidişi de… Hoşça bakın zatınıza…