“Acın acımdır, toyun toyumdur”diyen ozan senin için söyledi belki de bu dizeyi.
Sen meclise gelince canıma can katardın.
Sen gittikten sonra, bütün şehirler çıkardılar bayramlık libaslarını.
Durup dinlenen, güç toplayan, ciğerini şişire şişire bağıran rüzgârlar ağladı.
Mezredeki arkadaşlarındı ağaçlar; onlar benden, ben onlardan seninle ilgili haber sorduk.
Harput’ta oturduğun taşa oturup bakıyorum, ovaya; sensiz nasıl acı yağmakta tepelere, kaleye sanki süt sağmış, sevginle sıvamıştın burçlarını.
Sultan Belek’i naklederken, asırlar tahta arabalara yüklemişler gibi anıları, geçip gitmekte idiler.
Bursa’ da sevincin karışıyor Uludağ’ın zirvelerine, Çekirge’ de seninleyken sular daha güzeldi, Murad daha konukseverdi, türbesinden başını uzatıp sohbetimize katılırdı.
Senin baktığın gibi bakabilir miydim bir daha İznik’teki surlara, Konya’daki Alâeddin Camii’ne.
Kubadabad Sarayı’nın planlarını ortaya çıkaracakmış gibi incelemiştin kalıntıları.
Köyündeki Urlik tepesinden göle, kavak bahçelerine, eyvanlara bakmak da güçtü; zaten zordu sensiz oralara gitmek, iyice kırıldı elim kolum.
Yemeklerin tadı kaçtı, seninle dolaştığımız yerler daha çok acı vermekte şimdi.
Ah dost alışamadım, dokuz yıldır yokluğuna; asırlar geçse de alışamam, yine aynı tazelikte acın.
Ciğerlerim yanar dost, sensizlik çok zormuş.
Kasıma küstüm, sekiziydi; gözlerin kapandığında, onunda aldılar makinelerden.
Onbiriydi, seni toprağa verdiğim tarih.
Baharı ararken yazım, dönmüştü kışa.
Günlüğümde 2005’in Şubat’ından başlayan hastane maratonu, biyopsiler, uzun iğneler, parça almalar, patolojiler.
Delik deşik kollarına bakıp ağlardım, hemşire elinde enjektörle gelince, yine mi kan basıncı diye sinirlenirdim, sen kuzu kuzu kollarını uzattığında, gözlerin bende:
- Üzülme yavrum, ben sana dayanamam, kıyamam, yere gire benim hastalığım, yavrumu nasıl üzmekteyim, diye o en acılı anlarında bile evladını düşünen bir anneden daha büyük dost olabilir mi
Senden güzel dost bulamadım.
Sana doyamadım, bazen yüreğimde ince bir sızı, çok mu lazımdı siyaset soytarılarının meydanlarına koşmak,
Çarpa çarpa yaşamak, bir telaş, bir acele, neden daha fazla oturup konuşmadım ki seninle.
O, bir ömür verdiğin “edep sohbetleri”.
Okuldan döndüğümde, en sevdiğim lokantanın yemekleri.
Temizlik süper, “ev yemekleri”.
“yitik evin varisleri” her şey yerli yerinde.
Ellerinin değdiği vitrini düzeltmeyin diyorum, yıkamayın örtülerini, gitmesin kokusu.
Diktiğin yırtık elbiseleri bile atamıyorum, ellerinin değdiği yastık kenarındaki ilmekler, danteller, kanaviçeler…
Senden bir hatıra tablo şimdi hepsi.
Oy dost!
Yattığın hastanelerin odalarını gezdim teker teker, sanki seni bulabilecekmişim gibi, o günleri bile arıyorum, hiç olmazsa gözlerine bakabiliyordum.
Çapa’daki durağa her yolum düştüğünde burnumun direği sızlar. Hemen yattığın odanın pencerelerine bakmaktayım. Dönüp dönüp el salladığım çiçekler arasındaki güzel yüzünü arıyorum, bulamayacağımı bilsem de; arkamdan el sallayan simanı konduruyorum pervazlara.
Yıllarca fotoğraflarına bakamadım, sevdiğin türküler çaldığında katıla katıla ağladım.
Geçenlerde yeğeninde konuktum, ikimiz de birbirimizi kıskanırdık seni paylaşamadığımız için, gece yarısına dek seni konuştuk ela gözlüm.
Senin yokluğunun verdiği acı, hâlâ gözlerinde yaş, “halam yaşasa idi, bana güç verirdi” dedi, rüyalarını anlattı, acaba en çok onun rüyasına mı giriyorsun diye özlemle dinledim.
Ona verdiğin örtünü çıkardı sandığından.
Almak ister misin diye uzattığında, acaba hazinelerle değişebilir miydim onu.
Kokun üzerinde idi.