Düşünce dünyamızda din-felsefe ilişkisi niçin sorunlu alanlarından

birini oluşturmaktadır Bunun, dinin iki temel kaynağı olan Kur an ve sünnetin

anlaşılması ve anlatılması meselesiyle bir ilgisi var mıdır

Din hem görüneni hem de görünenin ötesindeki anlamı

içerdiği ve sadece görünen ya da lafzî anlamın fehmedilmesine paralel

olarak ucu açık olduğu halde felsefe (düşünce, tefekkür) niçin böyle bir

ortamda kendine yer bulamamaktadır

Başka bir ifade ile söylemek gerekirse dinin bir zâhir

bir de bâtın olmak üzere iki yönü olduğu mâlûmdur. Böyle bir durumda öncelik

zâhire mi verilecek, yoksa bâtına mı Yoksa Kur an ve sünnetin iki açıdan da

yorumlanması mı gerekecektir

Buna göre dinin yalnızca zâhiriyle yetinen ve formel

ibadetleri oluşturan namaz, oruç, zekât ve hac gibi şer î / zâhirî

yükümlülükleri yerine getirmeye çalışanlardan daha yüksek seviyede olan zâhir

ulemâsı, şeriatın zâhirî yönüyle amel etmekle birlikte, onun görünenin ötesinde

birtakım anlamları içerdiğini de görmezden gelmemektedir.

Hiç kuşkusuz zâhir i anlamak için de, bâtın üzerinde

kafa yormak için de sağlıklı bir şekilde düşünen yani aklını kullanan insan a

ihtiyaç vardır. İslâm dünyasının yetiştirdiği onca müslüman filozofu yok saymak

pahasına, felsefe yi sadece Batı ya özgü kılıp, ona Batı felsefesi diyerek

düşmanlık etmek ne kadar doğrudur Oysa felsefe düşünmek tir, tefekkür dür.

Tefekkür ise müslümanca bir tavırdır.

İnsanlık tarihini bir bütün olarak görmek gerekir.

Tarihte insanlar çeşitli medeniyetler kurmuş ve geliştirmişlerdir. Bunların her

birinin diğerine katkısı olmuştur. Aksini söylemek insafsızlıktır, cehalettir.

İlim nerede ise oraya gidilmiştir, insanlar gittikleri yerlerdeki ilmi, sanatı,

tekniği alıp kendi ülkelerine taşımışlardır. Dolayısıyla düşünceler ortaktır,

teknik ortaktır, felsefe ortaktır. Bütün bunların tipik bir göstergesi olan da

dil dir.

Allah ın bir âyeti olan her bir dilde birçok medeniyetin

katkısı vardır. Ortada saf bir dil varsa, o kabilevî bir dildir. Evrenseli

yakalamış bir dilde elbette evrenin renkleri olacaktır. Bu kaçınılmazdır.

Düşüncenin işlevsellik kazandığı toplumlar bir adım öne geçmekte ve diğer

toplumlar tarafından takip edilir hale gelmektedirler. Keşifler ve dolayısıyla

yenilikler böyle gerçekleşmektedir.

Bazı bilginler, Kur ân-ı Kerim i daha çok dil bağlamında

anlamak üzere çaba gösterirler ve Kur an ı gerçekten anlama yönteminin, zâhirî

tenzil değil, bâtınî tevil yöntemi olduğunu söylerler. Dil ilmi gibi zâhirî

araçları kullanan tenzilden bütünüyle farklı olan tevil yöntemi, ancak râsihûn

denilen seçkinlerin gerçekleştirebileceği bir etkinlik olarak görülür.

Böylece din ilimlerinin yanı sıra aklî ilimlerle kendini

yetkinleştiren ve dinin kurallarına dayanan bir hayat sürmekle nefsini

temizleyen râsih âlimleri, başka hiç kimsenin nâil olamayacağı bakış açılarına

ve sırlar a vâkıf olurlar. Bu sırlar, bâtınî nitelikli olmakla, zâhirden

farklıdır ve ayrıca toplumda bir infiale yol açmamak için de gizli veya özel

bilgiler olmaktadır.

Bazı gruplar, arınmanın kendilerine, âlemin sırlarına

sahip olmakla meyve verdiğini iddia etmiş ve dahası bu sırları cemaat üyeleri

dışına açmayı yasaklayarak gizli ve kapalı bir yapılanmayı benimsemişlerdir.

Bu tür bâtınî yorumların İslâm dünyasında çok da hüsnükabul görmediğini

söylemek mümkündür.

Kur an da âhiret hayatını tasvir eden âyetlerin, duyulara

yönelik bir dil kullandığı ve tenzil yöntemi bağlamında müfessirlerin bu

âyetleri yorumladıkları bilinmektedir. Bu anlatım ve yorumlamanın, sıradan

insanların kurtuluşuna vesile olacak bir yanı olsa bile, bilim yani felsefe

ile uyuşmayan ve hatta bunlara ters düşen bir yanı vardır demek bütünlükçü

anlayışa terstir.

Bilim ve felsefeden nasibi olmayanlara bu gerçeği

açıklamak gerekmese de, seçkinler, kirlerden arındırılmış nefislerinin kazanmış

olduğu kuramsal bilgilerle âhiret hayatının cismanî nitelikte olmayacağını

kavrayacaklardır şeklinde düşünmek de biz çıkmaza götürür.

Kur an ın zâhirî dilini, indirilmiş olduğu kitlenin

bilgi düzeyinin düşüklüğüne bağlamak da doğru değildir. Öte yandan bilim ya da

felsefe adına Kur an ı dil sınırları ötesinde yorumlamanın yol açtığı anlam

kaybının bir başka sorunu, yani bilimin ne olduğu meselesi daha vardır.

Aslında ilim, insanın hakikati ve hikmeti arayış ının

hikâyesidir. Bu sebeple ilim adamı da felsefeci de hata yapar. Onların hataları

da doktorların tıpta, fakihlerin fıkıh ilmindeki hataları gibidir. Bu yüzden

dini ve dünyayı, felsefe ya da ilim aracılığı ile yorumlamaya çalışırken aşırı

bir güven için olmamak gerekir.

Zaten arayış içinde olmak demek sürekli yeni şeylerin

peşinde koşmak demektir, dolayısıyla şu anda elde edilen bilgiler bir müddet

sonra değişebilir, fakat şu anda elde edilen bilgiler, bizim için bir

kazanımdır. Onların kıymetini bilmek ve ona göre hareket etmek zorundayız.