28 Şubat sanıklarından Çetin Doğan, mahkemedeki sorgusunda, “Ben namaza, niyaza, dine karşı değilim” demiş.
Karşı olmamasının bir belgesini de sunmuş kendince, fişlemelerle ilgili bir soru yöneltildiğinde.
“1960 yılında mevlit okuttum!”
İnsanların unutmaması, hatırlaması ne güzel. İhtilallerle ilişkili generallerimizin böyle müdafaa yapmaları tarihin bilinmezleri arasında kaybolmamalı.
Mustafa Özdamar’dan dinlemiştim. Tanığım odur. Selimiye’de İsmail Hakkı Konyalı Kütüphanesi’ni yönettiği yıllarda anlatmıştı.
“Bugün ünlü bir ihtilalci geldi ziyaretimize. Elinde bir albüm vardı. Onları gösterdi. Sünnet resimleri imiş. Sünnet olduğu gün çekilmiş.
Biz itiraz etmiyoruz ama o, ısrar ediyor, tekrar tekrar bakmamız için. Baktık, baktık. Sonra da epey güldük!”
Sünnet resimlerini göstererek kendini anlatmak isteyen o ünlü ihtilalci de bir generaldi. 27 Mayıs’ın MBK üyelerinden Sıtkı Ulay’dı.
O, ihtilal yapmaktan yargılanmamıştı ama, yaptıkları ihtilalden on küsur yıl sonra, bugün Sayın Çetin Doğan’ın karşı olmadıklarına, o da karşı olmadığını sünnet resimleri belgesi ile anlatmaya çalışmıştı.
İster inan...
SAYGININ BEDELİ (Mİ)
Erbakan’la iyi dosttuk
Necmettin Erbakan’la dostluğumuz vardı. Bir gün aynı uçakta İstanbul’a gidiyorduk. Uçak indikten sonra inerken birden beni kucakladı, yanımda oğlum vardı. Ona dönüp, “Senin babanın bu ülkeye çok büyük hizmetleri oldu, sen de onun yolunda ilerle” dedi.
Bu paragraf, bu ülkenin ünlü işadamlarından Jak Kamhi’nin hatıralarının yayımlanması üzerine yapılmış bir röportajdan alınmıştır.
Kitabını alıp daha okumadım ama, Sayın Kamhi’nin bir TV kanalında rahmetli Erbakan’ın politikalarına şiddetle karşı olduğunu anlattığı aklımda kalmış.
Yanındaki oğlunun ise DYP Milletvekili olarak Meclis’te bulunurken, hayır manasında çekimser oy verdiği beyanatı da kulaklarımdadır.
Sayın Kamhi’nin “Necmettin Erbakan’la dostluğumuz vardı” samimi ifadesine itiraz olarak algılanmasın bu hatırlatmalarım.
Belki de bu karşılaşma rahmetli Erbakan’ın iktidarından sonraki günlerde olmuştur. Yahut öyle olmasa da, anlatılanlar etkileyicidir.
Söz buraya gelmişken, ben bir başka etkileyici konuşmadan bahsetmek istiyorum. Sayın Jak Kamhi’nin mesai arkadaşı Üzeyir Garih’ten...
Bir TV kanalında anlatıyordu: “İTÜ’de talebe idik. Bir gün Hoca’mız bizi Çatalca tarafında bir alana götürdü; uygulama için... Alandaki arabaya sırayla biniyor, çalıştırıyor ve sürüyorduk. Hiç birimiz o güne kadar bir motorlu aracın direksiyon koltuğuna oturmamış ve kullanmamıştık. Hoca’mızın teorik olarak öğrettiklerini orada tatbikata geçiriyorduk.”
Üzeyir Garih’in anlattıklarını can kulağı ile dinleyenlerin aklına son söylediği cümle çakıldı kaldı.
“Hoca’mızın adı Profesör Doktor Necmettin Erbakan’dı.”
Eyüp mezarlıklarında bir cinayete kurban giden Üzeyir Garih’in bu anlattıklarını başkaları da çok önemsemiş olmalılar ki, ona öyle bir son (mu) hazırladılar !
Samimi bir lisanla ve saygılı bir vezinle anlatılan bir küçük anının, bir hayatın bitirilmesinde bu kadar (mı) önemi olabilir
Ben bu soruların cevabını bilmiyorum. Fakat aklımda bir başka sorunun cevabı var.
Mahkeme zabıtlarına geçen mezarlıklarda bir adamın öldürülmesine dair gerekçe, galiba son gerekçe olmalıydı ki, o olay son olay oldu.
Terör örgütü üyeleri, kartelcileri memnun etmeye mi ayarlanmalılar
Her şeyi hükümet görmek...
Kartel kalemşorlarının geldikleri son nokta.
Bingöl Cezaevi’nden tünel kazarak kaçan PKK’lı mahkumların yakalanamaması durumunda hükümeti, ülkeden haberi olmamakla, ülkenin dağını, taşını bilmemekle suçlamaya hazır olanlar, isyanlardalar:
“Elleriyle koymuş gibi buldular!”
Sanki bu bulma işini yapanlar bu ülkenin güvenlik güçlerinde görev almış, bu ülkenin çocukları değil de, Bakanlar Kurulu’nun bazı üyeleri...
İnsan kartelci olunca polis, jandarma sıfatı taşıyan vatandaşlarını bu kadar mı hakir görür, küçümser Kendilerinin güvenliğinden kim sorumluysa artık...
Diyorlar ki: Madem ki emek çektiniz, tünel filan kazdınız, niye ayrılıp, dağılıp, hedef küçültmediniz Armut musunuz ki, beraber yürüdünüz
Yani diyor ki, kartel kalemşoru: Bir senedir tünel kazdıran terör örgütü, kaçakları kendi elleriyle teslim etti. Sen de bana bir kıyak yaparsın artık, pazarlığının gereği olarak... Askeri, polisi kahramanlaştırmanın sırası mı şimdi
Terör örgütündekilerin ruhunu bilecek kadar onlara yakın olmak, (Bir sene önce kazdırmaya başlattıkları tüneli, bir sene sora hangi pazarlıkta kullanabileceğini bilen terör örgütü yöneticilerini tanımak) kartel tetikçiliğinin gereği değildir. Olsa olsa, “Ben sizin kafanızın içini bilirim” diyen Yassıada savcısının gömleğini giyme hareketidir, urgan yağlama aşkıdır.
Bu ülkede ayrılıp, dağılıp, hedef küçültmedikleri için yakalananlara terör örgütü üyesi, onların ne yapmaları gerektiğini, neyi, nasıl yaparlarsa yakalanmayacaklarını, onlardan iyi bilenlere de kartel kalemşoru deniyor.
Fark bu!
Fatih’in Teri’m’i
geri (geri) gelinir mi
Herkesin sebebi kendine göre.
Maşallah GS muhabiri futbol yazarları aynı zamanda baz istasyonlarından telefon kayıtları okuma uzmanı. Kim kime, ne demiş Kulaklarına girenler, gazetelerin sayfalarında çıkıyor.
Bir daha ne zaman gelecek
Gelirse ne olacak Başka mı olacak, başkan mı olacak
GS camiası, taraftarları, yazarları sorularına cevap ararlarken, biz de takip etmek, okumak zorunda kaldık gazetelerini, internet sitelerini.
Heyhat, yoktu!
Bir Fatih Terim şiiri yoktu. Ne bir ilkokul çocuğu kelimeleriyle, ne bir ergen sesli cümlelerle... Gezi’lerin manasız sloganlarında kayboldular desek, ya önceki yıllar 1973’ten beri neredeydi bu hayran kitlesi Yoksa önemsenmeyen yılların mı futbolcusuydu Fatih Terim
Şiir önemlidir. Şiirde geçmek de önemlidir.
Ortaokul öğrencisi bir çocuk, bakın nasıl yazmış o günlerde bir FB şiirini. Gerçi FB’nin şiirler yazılan takım farkı var ama, bir Fatih Terim şiirinin olmasının da hiçbir mahzuru olmazdı.
Hazım, Yavuz ve Ali
Hepsi kral kaleci.
Şükrü, Levent, Numan
Geçilmeyen dev azman
Kesilirler her zaman.
Selim, Ercan, Yılmaz
Dev haflardır, aşılmaz.
Sonrasını unutmuşum. Ercan Aktuna’nın vefat ettiğini duyduğumda bu kadarı aklıma geldi. Yaşayanlara sağlık, ölenlere rahmet...
Park idi; yattık, kalktık AVM oldu
CHP’nin çevreci milletvekili Melda Onur sormuş, Orman ve Su İşleri Bakanı’na:
“Şehir parkını Mecidiyeköy’e, Ali Sami Yen Stadı’nın yerine niçin yapmadınız ”
Biz iki yer söyleyeceğiz Sayın Milletvekiline: Taksim’de eski İETT binasının karşısında Abdulhak Hamid Caddesi’ndeki 20-30 ağaçlık parkı yok edip, yerine bar dükkanları açan; Haseki Hastanesi’nin Millet Caddesi’ne bakan cephesindeki, seslerden ve kirlilikten hastaneyi koruyan 20-30 ağaçlı yüksek parkı yok edip, yerine birahane dükkanları açan, o günlerin CHP’li belediyeleri idi.
Kadınların yaşı konu edilmez ama, siz bir milletvekilisiniz ve o günleri bilecek, hatırlayacak yaşlarda yaşamışsınız çocukluğunuzu, gençliğinizi.
Neden CHP’li belediyelerin yok ettiği o parkları İstanbul’a tekrar kazandırmak için sorular sormuyorsunuz ilgili bakana
Biz oraların rantını yemiştik. Şimdi Ali Sami Yen’in rantını gelecekte yemesini istediğimiz geleceklerimiz (istikbaldekilerimiz; İstiklal’dekilerimiz değil) için çalışıyoruz mu diyorsunuz
Tamam, rantçılığı siz biliyorsunuz ama, başkaları da öğrendi sizden. Nerelerde yatarlarsa yatsınlar, AVM’lerde kalkıyorlar, AVM’lerle kalkınıyorlar.
Taş yerinde ağırdır
Güzel Türkçemizi en iyi kullanan/yazan beş şair sayıldığında adı mutlaka anılan Ahmet Haşim, kendisine takılıp, kızdırmak isteyen Ali Naci Karacan’ın “Arap” diye hitap etmesi üzerine, –ki Ahmet Haşim Bağdatlı’dır ve ana dili Arapça’dır– döner, bugün bizim de bir vesile ile anmamızı sağlatan o cevabı verir:
– Ali Naci, bana Arap demeyi Türkler’e bırak!
Mehmet Barlas cevap veriyor sütununda, adını konu ederek polemik yapmak isteyen –bizim de devşirme diye tanımlamak durumunda kaldığımız– yazara:
– Bana oradan bir şey söylenecekse, Özkök söylesin! (Mehmet Barlas, 22 Eylül 2013 - Sabah)
Mehmet Barlas’ın bu cevabını okuyunca hatırladım Ahmet Haşim’in, karşısındakine şeceresini unutmamasının ikazını.
Lâkin Mehmet Barlas’ın cevabı Ali Naci sınıfına sokmuyor devşirmeyi. Onu yok sayması bir yana, sopasını da gösteriyor alenen.
Özkök oradayken...
Yani beyaz, beyaza...
Gittiği mahalledeki iltifatların, ücretlerin karşılığını ödemek adına nelere katlanırmış bir devşirme... Katlamayı sürdürüyor Mehmet Barlas.
“Seni de misafir etmiştim malikane dediğin o evde.”
Karşı taraftan böyle bir ifşa geleceğini bilmiyor olabilir mi bir devşirme Yoksa orasını öyle bir açıklamaya zorlamak mı idi maksadı
Ben ikinci şık, diyorum.
Patrona fedailik adına yetmez bana diyor devşirme. Taşlarım başka kuşlara değmese bile, ürkütmeli tüm kurbağaları.
Maksat bu, olay bu!
Ey Mehmet Barlas! Bir daha evinde benim geldiğim mahalleden birilerini misafir etmek istediğinde çok düşün. Biz böyleyiz.
Aydın Doğan’ın Çekiç’i, sınır çekici, renklerin arasına.
Ahmet Haşim mi
O, daha zayıflatan tedavi günlerinden sonra evine döndüğünde, bakımını üstlenen kadınla nikâh kıyar.
Yaşadığı son gün, ziyaretine gelen arkadaşına der ki:
– Mesudum artık. Ben de ardımda gözü yaşlı bir kadın bırakıyorum.
Devşirme ile hiçbir şekilde mukayese edilmesin diye anlattık, rengi bizden Ahmet Haşim’i.
Not: Benim gazetem Cuma günkü nüshasının birinci sayfasından okuttu, adı geçen yazarın rahmetli Hoca’mız hakkında “Bağışla bizi Erbakan Hoca’m” başlığı altındaki yazısını. (Ahmet Hakan, 26 Eylül 2013 - Hürriyet)
Kandırdılar bizi, seni tanıyamadık, senin yanında olamadık...
Özeti budur o özrün.
Ve aynı adı geçen yazarın, yukarıda yazımıza konu ettiğimiz Sabah yazarıyla girdiği polemikte söylediği en son cümle şu:
“Turgut Özal dönemini yaşamasak yutturacaklar.
Allah’tan yaşadık da yemiyoruz.”
T. Özal, bu ülkede rahmetli Erbakan’dan önce başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış siyasetçidir.
Bu ülkede ne oldu da T. Özal döneminde “yutmamak” erdemine erenler, rahmetli Erbakan devrinde Şubat ayının içinden çıkamadılar, orada bin yıl yaşamayı arzu ettiler, ya da arzu edenlere devşirme oldular