İstanbul’a komşu bir vilayetin merkez belediye başkanlığını AP listesinden bir kadın aday kazanmıştı. Başarılı bir belediye başkanlığı yapan o kadın bekardı ve bir general kızıydı. Bir kaza sonucunda vefatının Türkiye’yi üzdüğünü, o günleri o vilayette ve komşularında yaşayan herkes şahit olmuştu.
İşte o vilayetimize komşu ve aralarında gizli bir rekabetin olduğu hep hissedilen bir vilayet de gelen mahalli seçimde bir kadını belediye başkanı seçer. Yeni başkan bir uzman doktordur ve o da bir general hanımıdır..
Lakin daha ilk aylarda, yeni başkan kadın ile belediye personeli arasında bir anlaşmazlık doğar ve her geçen gün çözümden de uzaklaşmaktadır. Daha doğrusu problem başkan ile değil, başkanın kocası emekli general ve belediye personeli arasındadır.
Başkan hanım belediyeye mesai için geldiği her sabah, normal olarak görevlilerce kapıda karşılanır, makamına kadar bir tören uygulanır, sade de olsa...
İlk günlerde başkanlarını karşılayan belediye personelinin, peşinden gelen başkan hanım kocasına da “Hoşgeldiniz efendim” saygısı göstermesi, bu gelmelerin ardı kesilmeyince son bulur, seçimlerin üstünden ilk ay henüz geçerken...
Başkan hanımın kocası emekli general hazmedemez kendisine layık görülen bu törensizlik ve görmezden gelinme muamelesini... İplerin koptuğu o gün sorar, protokol müdürlüğüne...
“Beni niye karşılamıyor sunuz?”
“Sizi niçin karşılayalım?”
“Ama onu karşılıyor sunuz!”
“Evet. O bizim belediye başkanımız...”
Emekli general cevabında, kendisinin de niçin karşılanması gerektiğinin gerekçesini söylerken, belediye personelinin yüzüne düşen o acı gülümseme, partileri CHP’nin, başkanlarını görevden almasına ve yeni bir seçimi de göze almasına yeterli sebeptir.
“Ben de o başkanla aynı evi paylaşan ve geceleri de odalarını ortak kullanan adamım!”
Elbette o emekli generalin verdiği cevap bu kadar edep yüklü değildi. Lakin meselenin anlaşılmasıdır önemli olan.
Geçen yüzyılın son demlerinde İstanbul’a yakın bir vilayetimizde yaşanan bu küçük hadiseyi, Saadet Partisi Adıyaman Belediye Başkan adayı Ahmet Faruk Ünsal’ın duyurduğu, aile bağlarının resmi protokole gergef gibi işlendiğinin en son ve en canlı örneği dolayısıyla hatırlamadık. Daha önceki bir tarihte de benzer hallerine “Eyyy oğul”un şahit olmuşluğumuz vardı.
Saadet Partisi başkan adayı Ahmet Faruk Ünsal saymış karşılayıcı protokolü: Vali, rektör, milletvekilleri, belediye meclis üyesi ve onları bir araya getiren intibaını veren AKP ile başkanı...
Vali+Belediye Başkanı+İl başkanı sıfatlarının, Milli Şef devrinde tek bir kişide toplanmasını hazmeden çok ünlü solcu yazarlarımız, vali ve belediye başkanı üzerinde etkin olmasını DP il başkanlarının, kabul edememişler, çok ünlü hikâyeler ve romanlar yazmışlardı Orhan Kemal önderliğinde...
Paylaşılan resimde, bir cami cemaatinin en arka sırası gibi duran o karşılayıcılar fotoğrafında vali kimdir, rektör hangisidir ayırt etmek mümkün değil, önemli de değil. Zira bizim üstünde durmak istediğimiz, “Vali tavrı” konusudur.
Şahitliğim var dediğim bir hadiseyi anlatırsam, daha anlaşılır olacağım. Üniversitedeki ilk yılımda orda kalmaktan gurur duyduğum Vefa’daki yurdumuzda geleneksel oldurulmasına çalışılan bir toplanma ve birarada olma gününü yaşıyorken geçtiğimiz yıl, takdimcinin adını anıp, orda bulunma sıfatını söylediğinde, hayalimizdeki köprünün altından çok suların akmış olduğuna zor olsada inanmıştım. Konuşmacı, oraya nasıl “malolduğunu, maledildiğini” anlatma ihtiyacında değildi. Doğal haklar vardır ya hani... “Mal” olduklarına inandıklarının, ülke insanlarını tasnifinde “mal” sıfatı verdiklerinin, muhalif hallerini protesto ederken, hemen karşısında ve resmi protokol denilen yerde oturan zevatın yüzlerine yansıyan renk değişikliklerini fark ettiğimde, kendi tanımım olan “Vali tavrı”nın canlı örneğine tanıklığımı kafamda kayda aldırmıştım.
İlmiliğini, bilimselliğini tartışma ihtiyacı hissetmeden inandığım ve “Vali tavrı” dediğim olayı, Kerbela’da başlatırım.
Nereye gidiyorsun ey vali diyenlere, yanlış ve hatalı bir eyleme yöneldiğinin farkında olmasına rağmen valilik makamının ve imkanlarının da göz ardı edilemeyeceği bahanesine sarılan Valinin haline, işte biz benzerlikleri misallendirirken “Vali tavrı” diyoruz.
Diyeceksiniz ki, Adıyaman’da görüntülü kayıtlara aldırılan vali hizalı karşılama töreninin, anlattıklarınla ne ilgisi var? Haklısınız! Zaten ben de hiç bir ilgisinin olmadığını söyleyecektim.
Hatta, T. Özal’ın hanımını, yani kartel medyasının “first leydi” deyip yere göğe sığdıramadığı, lakin çok manşetlerine sığdırdıklarını, İstanbul il başkanı yapmasındaki en büyük gerekçenin, vilayetten gelen, bari resmi bir sıfatı olsun da karşılama törenlerimizde biz de huzursuzluk duymayalım arzusu, ricası olduğunu duymuştum; bilmem ne kadarı doğrudur.
Yani dememiz o ki, 31 Mart seçimlerine günler kala, oturmuş biz ne yazıyoruz, oturmuş siz ne okuyorsunuz?
Ayağa kalkma vaktine erdiğimize inanıyorken hem de...
Demirellenmek mi, Demirelleşmek mi?
“Orada iken bize bağırıyordu. Şimdi bizim kapıya bağlayacağız. O tarafa doğru havlayacak.”
Sosyal medyada aynı kelimelerle yahut aynı anlatımla paylaşılan son siyasi kanaat cümlesidir bu. Biz, üç dönem Meclis’te bulunmuş bir sol taraf milletvekili Ahmet Tan’ın aktarmasını tartışacağız bugün.
Partisine yapılan bir milletvekili transferinden sonra söyledikleri bu cümlelermiş Demirel’in. Sorulması gereken karşı soruların ve yorumların o günlerin basınında hiç izi olmadığını biz de biliriz. Ya can güvenliğinin azlığı ya da geçim sıkıntısının çokluğu, gülünüp geçirtmiştir insanımıza bu ağlanacak halleri...
Ancak şimdi rahatsız olmalı ki adını yazdığımız eski milletvekili, çıkışı yine bir Demirel yanlışında bulmakta. Kendince, siyasi hayatımızın filozofu saydığı Demirel, bu yakışıksızlığı “Siyasi partiler iyi ahlak derneği değildir” diye açıklarmış.
İyi ahlak derneği değilse, binaenaleyh kötü ahlak derneği midir? Bir siyasi partiyi dernekle, kulüple, cemiyetle mukayese etmek, tanımında kullanmak fevkalade yanlıştır, hatadır, ayıptır!
Demirel üslubuyla cevap aramayı sürdürelim. Siyasi partiler, milletvekillerinin seçilmiş yahut transfer edilmiş, kapılarına bağlandıkları yer midir? O kapıda bağlı iken bağıran, nasıl oluyor da sizin kapıya bağlandığında havlayan oluyor? Binaenaleyh siz bağırılan genel başkan, öteki havlanılan genel başkansa, farkınız nerenizden yahut ne olmanızdan kaynaklanmaktadır.
Aralarına aldıkları bir milletvekilinin, ki o karşı partide iken birbirlerine çok muhabbetleri de olabilir, genel başkanlarınca böyle tanımlanmasından rahatsızlık duymayanlardan iktidarların oluşmasıdır, bir ülkeyi felakete sürükleyen sebeplerden biri...
Günümüze gelirsek...
Partilerin siyasi çalışmalarında genel başkanların performansları, gayretleri, milletle yüzleşmeleri ve vaatlerini anlatmaları kıyaslandığında, Cumhurbaşkanı dahil onlara fark atan Temel Karamollaoğlu’nun, Saadet Partisine iftira eden ve itiraz eden üyesinin üstüne elli polis salarak gözaltına aldıran bir İçişleri Bakanı’nı, edebiyat numunesi bir anlatımla yeniden tanıtması, biraz siyasete ilgi duyan herkesin malumudur.
“Tayyip bey, geçmişte kendisine en ağır ifadeleri kullanan kişileri kullanmaktan zevk alıyor.” Demirel’in karşısında bir Temel Karamollaoğlu muhalefeti olsaydı, diye hayıflanmanın bir manası yok artık. Bugün olmasının kıymetini bilmeli o İçişleri Bakanı’ndan sorumlu olanlar. Ne diyordu Temel Karamollaoğlu başkanımız?
“Sayın Cumhurbaşkanı’nın Süleyman Soylu’yu görevden alacağına inanıyorum.”
- O da bakanmış
- Uzaydan mı?
- Patatesciden bakanmış
Kendi kendine yeten tarım ülkeleri arasında sayılıyorken, bulduğu her topraktan çıkmışı ithal eden ülke sınıfına geçmemizin ne manaya geldiğini, duyduğu patates ithalatı haberlerinden sonra anlamaya ancak duran insanımızı, kendi ifadesiyle 16 kişiye nasip olmuş koltuklardan birinde oturan Tarım Bakanı’mızın yüksek wattlı ampul gücüyle aydınlatmasına teşekkür ederek başlıyoruz efendim sözümüze. Sürçü lisan eylersek affola...
Bakan olacağını “Haber alır almaz, tüm ücretli görevlerimin hepsinden istifa” ettiğini ilanla söze başlayan sayın Bakan’a elbette, erdemlik değil bu, bir mecburiyettir dememizin şimdi bir faydası yok.
“Tüm ücretli görevler” dediği, kaç tanedir ve ücretleri az olduğundan mı sayıları çoktur, sorusunu aklımıza düşürmemek maksatlı “Bir insanın çoluğunun çocuğunun rızkı için çalışması normal değil mi?” sorusunu bizzat ve şahsen kendi soruyor.
Fakat burada sayın Bakan’a ufak bir hatırlatma yapmak durumundayız. Ülkemizde çoluğunun çocuğunun rızkı için çalışması normal başka insanlar da varken, neden onlara o ücretli görevlerinizden bir kısmını bırakmadınız? Yoksa sizi mi bırakmadılar?
“Ben uzaydan mı geldim?”
Patates ithalatımız üzerine gündeme oturan Tarım Bakanı’mızın en önemli cümlesi bu olmalıymış ki, haber sitelerinin hepsi başlık yapmıştı.
Üstümüzde bir hava tabakası ve direksiz bir gökyüzü olmasından başka uzayla işi olmayan bir ülkede, bir bakan bu cümleyi kullanıyorsa, demek istedikleri gayet açık ve nettir.
Bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum sizlere benzer bir yanımı göremiyorum. Bu durumun sorumlusu elbette sizler olamazsınız. Fakat yine de size soruyorum. “Ben uzaydan mı geldim?” Biliyorsanız söyleyin lütfen...
Geldiği yer konusunda tereddütleri olan Tarım Bakanı’mız, herkesi ortak ediyor çözülemeyen, daha doğrusu bilinmediğini sandığı hallerine...
“Yani evinde oturup Bakan olmaya gelmiş bir insan değilim ki...”
Burada hafif de olsa, koltukları paylaştık dediği diğer 15 kişiye bir gönderme var, tespitini yapabiliriz. Ben haricim, ben farklıyım vurgusunu yapıyor Tarım Bakanı; evinde oturup Bakan olmaya gelmişlerden... Şimdi insanın içine bir kurt düşmez mi? Her ne kadar hükümeti destekleyen kurtlar dışarıda olsalar da... Bakanlar arasında bir çatışma mı var? Patatescilere karşı soğancılar mesela... Tanzim manavcılığı durup dururken ortaya çıkmayacağına göre hem de...
Tarım Bakanı’mız, “Bakanlık olarak sofralık patates ithalatına izin verdiklerini...” izah ederken, çoluğunun çocuğunun rızkı için emek verdiği şirketlerden patatesle ilgili olanla durumlarına da şöyle bir açıklık getiriyor: “Söz konusu firma dondurulmuş patates üretiyor!”
Dondurulmuş patates üretmek...
Yani tarlada değil, buzdolabında buzdolabında der gibi... Yahut da kutuplarda...
Eyyyy Tarım Bakanı!
Çoluğunun çocuğunun rızkı için dondurulmuş patates üreten şirketlerde iyi ki çok çalışmışsın. Yoksa Tarım Bakan’sız kalacaktık...
Eyyyyy Tarım Bakanı!..
Sultanahmet dolmuyorsa cevabı kimdedir?
“Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgah.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin Tekirdağ mitinginde tarihe not olarak yazdırmış bu cümleyi.
Bu sayfada birkaç kez yayınladığımız bir karikatürü, tarihe karşı not olsun diye bir kere daha koyuyoruz. 1964’ün ortalarında Akbaba’da yayımlanmış bir Necmi Rıza karikatürüdür bu.
Kapatılan, Başbakanı ve Bakanları idam edilen DP’nin yerine kurulan AP’nin, 1964 yılı icraatlarından biri de, “Ayasofya”mızı Ayasofya yapmaktı. Genel Başkan Ragıp Gümüşpala merhumun bizzat sahiplenmesi bu inancı ve inadı, bir muhalif dergide işte böyle kayda geçiriliyordu.
“VATANDAŞ! Oyunuzu bizlere verirseniz, Ayasofya minarelerinde ezan okutacağız!”

