Bir kaynak varsa kurutulur. Bir maden varsa çıkarılır. Bir gömü varsa bulunur… Öyle lüzumsuzca romantik defineye malik viraneler yoktur. Her yer viranedir belki de define hak getire! Ya da getirmeye. Çünkü nerede el değmedik bir yer varsa oraya gözünü diken, yeryüzünde bakir alan bırakmayan, fazlasıyla tamahkâr insan, define ve viraneye mal bulmuş mağribi gibi saldırır. Öyle hırçın komşu Hacı Bekir amcanın erik ağaçlarına dadanmak gibi değildir; talan etmek, yok etmek, yalan etmek üzere saldırır. Toprağı elementlerine, canlıyı hücrelerine, cansızı maddelerine ayırıp bu parçalanmışlıktan istikbal, meşruiyet, muvaffakiyet devşirecek kadar…

Yetişmiş, yetişmemiş, yeşerememiş ya da yeşillenmiş insanlar kullanılır. Kimi köle gibi, kimi en asgari ücretle, kimi kavrayamadığı bir hürriyete ikna edilerek… Bir yandan yeryüzünde ne varsa insana mülk olduğu belletilir. İnsanlıktan çıkmak şartıyla… Çıktıkları, bir türlü dönemedikleri, Mekke gibi bir gün fethedilse bile neşe içinde dönemeyecekleri unutturularak… Mahkeme kadıya, büyülenmiş varlıklar cadıya, el bebek gül bebek büyütülen iyi aile çocukları dadıya mülk kabul edilir! Hangi mekân, hangi kutsal, hangi anlam, hangi insan varsa işgal altında kalır. Bir gömü, hazine, kimliği belirsiz yatır gibi sadece hakikat bırakılır toprak altında. Geri kalan her şey çıkarılır, hücrelerine ayrıştırılır, paylaşılır, didik didik edilir, iç edilir, hiç edilir…

Yıkıntı Gazze gibi değildir. İşgal Gazze’den ibaret değildir. Aksine virane kılınıp hallaç pamuğuna döndürülen bir dünyada, yıkılmayan Gazze kalır. İnsan, duyguları, düşüncesi, hisleriyle beraber; toprak yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle birlikte, hava her tür iklim özellikleriyle, su minerallerine varıncaya kadar işgale uğrar. Yakılır, yıkılır, talan edilir. Ateş ise henüz tanışılmayan yüzüyle insanın içinde ve dışında…

Haramidere vardır; deresi kurutulur, haramisi kalır geriye… Saadetdere’de ne saadet ne dere…  Kızıldere’de renk, Esendere’de esenlik düşmandır. Sonra nasılsa her biri kurur. Demek ki insan evladı içinde doğduğu, doyduğu, dokunduğu yeri kurutan bir Moğolcuk taşır. Taşır ve onu kurutulacak alan diye gözüne kestirdiği, gözüne çarpıp göğsünü daraltan canlılık emaresinin tam ortasına bırakır. Sonra yüzsüzce âlemin ve onun üstünde konumlanırken bahşedilen nimetlerin kolaylıkla ve derhal kendisini bulmasını arzular. Bir nimet kendisini bulmuyorsa bu o sahibine ulaşmayan nimetin suçudur! Her şey insan evladına teslim olmalı, boyun eğmelidir! Hem de belirli, şimdiye değin kimseye yar olmayan variyeti elde etmesi gereken, biricik, bir tanecik olana… Önce yaşamışları ve sonra gelecek hayat ihtimallerini aptal yerine koyarak üstelik…

Söz kurutulur. Başağa durabilecek bütün ayrıntıları, sağlamaları, ihtimalleriyle yalanın geniş harmanına serilip, kavurucu sıcakta evire çevire… Öyle kurur ki dokunulsa un ufal olacak; bir yalan değirmeninde öğütülüp ekmek niyetine halka vaat edilecek kadar… Dokunulur, un ufak eylenir, vaat olunur ve yutturulur. Kimsenin boğazına da dizilmez. Sonra Kadir-i Mutlak olanın mülkünde olan ne varsa onlara da dokunulur. Kaynaklar kurutulur. İlahi, aşkın, transandantal olan tarafları bile acziyetini anlamayan insanın kıt aklında farklı yorumlanır. Yazık mı olur? İnsan ancak kendine yazık edebilir. Eder.

Onlara, ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde bir yanıt vermezler. Terbiye, itikat, had bilmek dolayısıyla değil; apar topar cümle medya unsurlarını, iletişim uzmanlarını, başkanlarını, kanunlarını ve kararnamelerini işe koşup fesat kelimesinin karşılıklarını değiştirmek varken yanıt vermeyi zül sayarlar. Gerçekleşene yönelik bir soru, bir öneri, bir itiraz vardıysa oybirliğiyle reddedilir. Bu bütünleşik oybirliğinde oyun azlığı, çokluğu, yokluğu bile anlamsız hale gelir. Reddediş anında çünkü kabul edebilecek oyların sahipleri bile orada bulunmaz.

Yer, yüzü, içi ve dışındakilerle hallaç pamuğuna döner. Sonra ne hallaç kalır ortada ne pamuk… Son tomarıyla yüzeyinde yaşanan gezegen yolcu edilir.