“Evlenmen gerekir, hayat böyle sürüp gitmez, sen Müslüman adamsın, evliliğin ne demek olduğunu az çok bilirsin. Yalnızlık Allah’a mahsustur. Hayat bir süreçtir, bu sürecin içinde iyi-kötü çeşitli evreler vardır. Bu evreleri yaşamak gerekir” vb. söylemlere rağmen her zaman savunmacı bir tavır içinde oldu.

O, kim bilir belki de böyle bir süreci yaşamayı göze alamıyordu, koyu bir geleneksel kültürden geldiği için… Bu kültürde evlâdın anne babasına bakması ve onlarla birlikte yaşaması bir âdetti. “İçinde bulunduğum kültür gereği anneme ve babama bakmak zorundayım. ‘El kızı’ benim annemin ve babamın kahrını çekmez. Böyle bir riske girmek istemiyorum. Onlar beni okuttular, bir meslek sahibi yaptılar, şimdi görev sırası bende!” diyordu.

“Her ‘el kızı’ aynı değildir, ‘helâl’ süt emmiş insan evlâtları da vardır. Sonra eğer böyle düşünürsen her kadın ‘el kızı’dır, annen de bir ‘el kızı’dır. O zaman babanın da evlenmemesi gerekirdi. Bu mantık yanlıştır, sonra senin annenden ve babandan bağımsız bir hayatın var, bu hayatı yaşaman gerekir. Annene ve babana yine bakarsın, onların sana ihtiyaçları olduğu sürece ilgilenirsin. Onlar şöyle ya da böyle bir hayatı yaşamışlar, Allah sağlık ve sıhhat versin, onlar bir gün bu dünyaya veda edecekler, fakat senin önünde yaşaman gereken uzun bir hayat var. Bunu tek başına sürdüremezsin. Hayatın iyi günü var, kötü günü var. Sağlığı var, hastalığı var.

Paylaşılan hayat güzeldir. Her şey birlikte yürür. Kim bilir belki de şu an içindeki korkularının hiçbirini yaşamayacaksın, bir de öyle düşün. Evham üzerine hayat bina edilemez. Diyelim ki ‘el kızı’ bakmadı, zaten onun böyle bir görevi de yok! El kızı dediğin eşin olacak kızın görevi seninle birlikte bir hayat sürmektir. Sizin de çocuklarınız olacak, onların bakımı, yetiştirilmesi başlı başına bir iştir. O evini çekip çevirirse yeter de artar bile…”

Ne dediysek evliliğe ikna edemedik, çevre baskısı, yetişme tarzı, anne babanın onun kulağına okuduğu, “Evlât anneye babaya bakmak mecburiyetindedir, yoksa hakkımı, sütümü helâl etmem!” gibi söylemler onun zihnini hep meşgul ediyordu. Evlenince aynı evde “birlikte” kalmayı düşünüyorlardı, çünkü yetiştiği geleneksel kültür bunu istiyordu. Çevresinde aynı evde böyle bir hayatın mümkün olmadığını gördüğü, ayrı evi de düşünemediği için evlenmeyi bir türlü göze alamıyordu.

Anne ve babanın bütün beklentileri, şimdiki ve gelecek hayatı oğullarıyla “birlikte” yaşamaktı. Evlâtları koluna “altın bileziği” takmıştı. Onların bunda büyük emekleri vardı. Artık o da bunun karşılığını ödemek zorundaydı. Evlât dediğin de anne babasına bakardı. Geniş aile kültürüyle yetişmişti, aynı ortamda kardeşler, hatta amcalar evliliklerini aynı bahçe içinde birer odada sürdürüyorlardı. Aynı tencerede pişen yemeği yiyorlardı.

Şehirde ise böyle bir hayat imkânsızdı, buna rağmen şehirde de böyle yaşayanlar yok muydu, elbette vardı. Fakat kulak kabarttığında onlardan da sürekli sorunlar duyuyordu. Sonra kendisi “öğretmen”di, evleneceği kızın da kültürel açıdan kendisine uygun olması gerekirdi. “Şehirli kızı, ben nasıl böyle bir ortama getirebilirim veya aynı ortamda yaşamasını isteyebilirim ki ” Çünkü bu şekildeki nice evlilikler vahim bir şekilde son buluyordu. Kafası fena halde karışıktı. “Yapamam, yapamam! Annemi babamı ben tek başlarına bırakamam” diyordu. “Hayatımı onlara adamak zorundayım” dercesine bir inadın içindeydi.

Özellikle 1950’li yıllardan itibaren Anadolu insanının çocuğunu “okutarak” dışa açılmasındaki en önemli fırsatların başında öğretmenlik mesleği geliyordu. Toprağa bağlı bir yaşam süren aileler, nüfus arttıkça toprakların daralması ve “ekmek kavgası”nın başlamasıyla bir arayışın içine girmişti. Bu dönemde “dışa açılma” ile birlikte çocuklarını okutma isteği yeni bir dönemin başlangıcını oluşturmuştur. Bu dönemin sosyolojisinin iyi irdelenmesi ve incelenmesi gerekir. Taban ile tavan gibi görünen bu iki kültürel yapı farklılıkları tolore edilebilir miydi

Anne ve baba, “Git evlâdım sen yuvanı kur, biz bu zaman kadar nasıl yaşadıysak bundan sonra da aynı şekilde hayatımızı sürdürürüz, sen kendini kurtar, senin hayatın, senin geleceğin önemli! Sen bizim yaşadığımız hayatı yaşamak zorunda değilsin. İhtiyacımız olduğu zaman biz sana söyleriz. Artık hayat eskiye göre çok daha kolay, her türlü imkân var, senin sayende hastane hizmetlerinden de istifade edebiliyoruz. Yiyeceğimiz de ne ki, üç beş lokma… Sen bunları kale alma! Torunlarımız olursa onların mutluluğu bize yeter” vb. sözleri demek yerine “Evlât değil mi, bize bakmaya mecbur!” diyerek evlâtlarının hayatını karartan, evlenseler bile onların özel hayatlarına körü körüne müdahale edip zehir eden nice anne baba var.

Geleneksel dar bölge kültürü ile şehir kültürü arasında bocalayan yeni kuşakların hayatları ilginç hikâyelerle doludur. Onlar orta bir yol bulmadıkları ve sosyal hayata uyum sağlayamadıkları için nice mağduriyetler yaşamışlar; bu yüzden nice evlilikler melûl ve mahzun bir şekilde sürdürülmüş veya sonlandırılmıştır.

“Anneme babama bakacağım” diye evlenmedi. Bir müddet sonra hak vâki oldu, annesi de babası da öldü. Kendisi de ağabeylerinin yanında bir müddet sığıntı gibi yaşamaya başladı, kafaya taktı ya orada da “el kızı” vardı, baktı ki olmuyor. Birikmiş üç beş kuruşunu ortaya koyarak kendine bir ev satın aldı. Şimdi bu evde yalnız başına yaşıyor. Yemeğini kendisi pişiriyor, çamaşırını kendisi yıkıyor. Mutluluğunu ve üzüntüsünü paylaşacak kimsesi yok!

Öğretmenlik-idarecilik yapıyor, okulda izne bile ayrılmıyor, arkadaşlarına “siz gidin” diyor, yalnız başına bir yere gitmeyi istemediği gibi evde tek başına oturmayı da istemiyor. Yaş haddinden emekliliğine az kaldı. Ağabeyleri ve kız kardeşleri çocuklarıyla birlikte kendi hayatlarını yaşarken, o geleneklerin baskısı altında, “Anneme babama bakacağım” diye böyle bir yolu seçmek zorunda kaldı. Dün olduğu gibi bugün de “Evlilik artık benden geçti” diyor.

Anadolu’nun bağrından kopup gelen ve yüzünde Anadolu coğrafyasının bütün çilerini barındıran bir zamanların bu mağrur delikanlısı, şimdilerde bir iç hesaplaşması yaşıyor: “Ben nerede yanıldım, aileye bu kadar bağlı kalmakla yanlış mı yaptım ” diyerek…