Gardırobun kapısını açıp uzun uzun baktı. Yaklaşık bir düzine gömleğin içerisinden birkaç tane seçti, ancak hepsi ütüsüz olduğu için ve de ütü yapmaya üşendiği için geri yerlerine koyup, kapıyı kapattı. Üzerine geçirdiği tişörtün altını üstünü düşünmeden giyiniverdi. Hiç telaş etmeden kendisini dışarı attı. Önündeki telefona gelen bildirimden dolayı ışık yanıp sönüyordu, ilk önce görmezden geldi. Sonra merak edip telefonu açtığında kısa bir video gönderisi olduğunu gördü. Videoyu açtığında kısa ve etkili bir sunumla hazırlanmış videoda önemli bir ayrıntı dikkat çekiyordu. Tüketilebilirlik oranlarının artması ve ucuz-hızlı modanın son 15 yılda giyim üretimini iki katına çıkardığını söylüyordu. Ayrıca bu hızlı ve çoklu üretim ve tüketimin gezegenin kaynaklarının nasıl fütursuzca kullanıldığını ve bunun gezegeni nasıl olumsuz etkilediğini vurguluyordu. Örneğin bir pamuklu tişörtün üretilmesi için 2700 litre su kullanılıyordu. Bu, bir insanın iki buçuk yılda içtiği suya denk düşüyordu. Bir de her yıl 400 milyar dolar değerinde giysi-kıyafet israf olup, çöpe gidiyordu. Rakamlar ilginç gelmişti. Biraz durup sakin kafa ile düşününce sarsılmıştı. Ancak bu sarsıntı daha ileri noktaya varacaktı çünkü biraz araştırınca 865 milyon insanın içecek suya erişiminin olmadığını gördü. Ve suya bağlı hastalıklardan ölen insan sayısı 41 bin 500 civarında olduğu gerçeği boğazında bir düğüme neden oldu. Utandı.

***

Uzun zamandır üzerinde çalıştığı konu için araştırma yaparken bir haberin içerisinde geçen bir videoya takılıp kaldı. Gözleri kırmızı topraklarda, Afrika’da gördüğü birçok dramatik manzarayı tekrar çağrıştırdı. Hepsi ayrı bir yara, böyle temas ettikçe açılıp kanayan… Video Kongo’da bir kobalt madeninde askerler tarafından zorla çalıştırılan, Dorsen’in hikâyesini anlatıyordu. 8 yaşındaki Dorsen bu çocuklardan sadece bir tanesi. “Burada çalışırken acı çekiyorum. Annem öldü. Tam gün burada çalışmak zorunda olmak canımı çok yakıyor” diyordu, Dorsen. 1 dolar karşılığında 12 saat çalışan o yalın ayaklı çocukların itilip kakılmaları ayrı can acıtıyordu. Bir de uluslararası kurumların verilerine göre Dorsen gibi 40 bin çocuğun olması sadece istatistikî bir veri olmamalı diye düşündü. Bu düşünce sadece tek başına yeter mi? Üzülüp geçmek mi? Akan binlerce görüntünün akmasına hammadde sağlayan çocuklar hangi time-line işgal eder ki?  Ölümcül şartlarda kobalt madenlerinde çalışan çocukların çıkardığı kobaltın; telefon ve bilgisayarların bataryalarında kullanıldığını öğreniyordu. Oysa daha yüzü eskimeden sadece yenisi çıktı diye birbirini ezen insanların görüntülerini eğlencelik olarak izlediğini hatırlayınca utandı.

***

Uyumadan önce telefonunu son bir kez kontrol etmek istedi. Whatsapp’ın durum bölümünde kısa bir video gördü. Tıklayınca bir küçük kız çocuğu bez çadırın önünde durmuş, içeri dolan suda yalın ayakları ile dünyanın umursamazlığını en üst perdeden şikâyet ediyordu. Yemen’den yükseliyordu bu feryat. Söyledikleri bu sessizliğe bir çığlık gibi düşüyordu. Sanki bütün mazlumların sesi oluvermişti. Manzara’nın kelimelerle tarifi yoktu. O anlık görüntü gözlerinin nemini alıp giderken, mesaj bölümüne “Allah bizi affetsin” yazdı. Sonra bundan da utandı. Uykusu kalmamıştı, doğruldu. Uzun kış gecesine uzun uzun sızılar ekledi. Nereye yönünü dönse oradan bir sızı sızıyordu. Sızıdan öte iniltiler yükseliyordu dünyanın dört bir yanından. Hem de her şey göz göre göre oluyordu. Kurumlar istatistik tutuyor, insanlar vicdanlarını avutuyordu. O da araya karıştı gitti. Hoşça bakın zatınıza…

TAŞ GEMİ

“Sakın kendini senin olmayan ekmekten

Nehirleri içsen de azalmaz susuzluğun. Yol arkadaşların

Yenileri gelecek rıhtımına. Korunaklı

Gemileri de havadan korumak gerek

Sudan, sütten, ekmekten önce gelir onur

Terk edemeyeceğin siperdir

En çok da yoksullara yakışan” (Mustafa Ruhi Şirin)

Not: Ülkü Tamer , “Ondört yaşım diken ile kaplanmış / Göz ucuma karıncalar toplanmış / Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne / Alın yazım okur gibi saplanmış” diyor. Ve Zülfü Livaneli saza döküyor “Memik Oğlan”ı.  Zülfü Livaneli demişken, “Hakim Bey, Kan Çiçekleri, Üryan Geldim, şu Dünya’ya geldim Geleli” yi de listeye ekleyebiliriz. 

Bize kadar:

1- Abdülaziz Bekkine hazretleri: “Bir kimse mütevekkil oldu mu, önce kendisinden istikbal endişesi alınır...” der.

2- T. Eagleton, “Kötülük manevi bir yoksunluktur” diyor.

3- Bazen etrafımızda olup biten karşısında Foucault’un şu sözü her şeyi sabitliyor: “Birbirimizi yorumlamaktan başka bir şey yapmıyoruz.” Öyle değil mi?

4- “Kendinden dışarı çıkıp, kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin” diyor, Saramago. Kendini bilmek irfanına ulaşmak için bir adım geriden bakmak ne kadar etkilidir! Ne mutlu kendine dışarıdan bakabiline!

5- İzlemek istersen birçok bakımdan ilginç bir film, Richard Eyre’nın “The Children Act” filmi.  Aile, inanç, yargı ve modern hayat çatışmaları ele alıyor.

Dağarcık

“Katı” modernite dünyasının sakinleri, barkod fikrini onaylayabilir ve hatta envanteri sınıflandırmanın iyi bir yolu olmasından ötürü bunu takdir ediyor bile olabilirler. Onlara göre burada, bürokratik rasyonelleştirme, bir teknolojik cihazda kusursuz bir biçimde ifade edilmiştir. Ancak RFID etiketlerinin işaret ettiği dünya, ürünlerin sınıflandırılması ve satılmasından ziyade, sıfır stoklu iş idaresi rejimi içinde ürünün herhangi bir anda nerede olduğunun bulunmasına dikkat edilmesi gereken bir dünyadır. Yalnızca envanter tutmak israftır. İhtiyacınız olan, doğru şeyin, doğru zamanda, doğru yerde olduğunu bildiren bir (japonların deyimiyle) kanbandır. Hiç şüphesiz, bu fikir güvenlik dünyasında da kolaylıkla kullanılabilir!” (Akışkan Gözetim’den)

Tekke

Dost: “1-Yardım eden ve yardım isteyen. 2- Yardım etmeyen, yardım da istemeyen. 3- Yardım isteyen fakat yardım etmeyen. 4- Yardım eden fakat yardım istemeyen.

Bunlardan birincisi borç veren kimse gibidir. Verdiğini alır. İkincisi Varlığıyla yokluğu bir olan gibidir. Üçüncüsü, âdi ve alçaktır. İyi gün dostudur sadece almakta vardır. Fakat vermeye gelince ortalıkta görülmez. Dördüncüsü. Asıldır, gerçek dosttur. İstemez, verir, dostunu kendine tercih eder. Tasavvuftaki îsar mertebesi işte budur.” (İmam Maverdi’den tadımlık)

Bir lahza:

“Meinhard :- Dünya şey gibi... Nasıl söylesem? Hayvanlar gibi. Ya sen yersin ya seni yerler. Güçlü olan her zaman kazanır. Ve biz de dünya için yeterince güçlüyüz.” (Western’den/2017)