İnsana yüklenen “imar” / yeryüzünü tanzim görevi onu imaratta muktedir olma noktasında özellikli kılmıştır. Bu misyon ile insan, şehirle olan ünsiyetine iyi ve faydalı olandan öte, değer atfetme cihetine girerekten güzellik katar. Ancak güzele, güzelleştirmeye olan bu yatkınlık kimi zaman çağın sorunları karşısında çaresizleşir. Bundan dolayıdır ki gerek yerel gerekse küresel değişim ve dönüşümleri “doğru okumak” insanın amacına ulaşmasına katkı sunar.

Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası insanlığın gelişimi açısından merkezi ve dağıtıcı (distribütör) bir konuma sahiptir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan bu topraklar aynı zamanda bu medeniyetlerin dünyaya yayılmasında refakat etmişlerdir. Fakat ters bir yönüyle çevre kuvvetlerden, farklı merkezlerden en fazla etkilenen rolüne de doğal olarak sahip olmuştur. Böylelikle aslında şehir ve imara dair düşüncemizde doğu-batı tartışmaları nispetinde bir çekim-itim gücünü her daim hissederiz.

Son üç asırdır Batılılaşma türbülansına girdiğimiz dönem itibari ile birçok sahada olduğu gibi şehirleşmede de etkilenme kat sayımız hızla yükselmiştir. Özellikle Sened-i İttifak (1808) ile başlayan, Tanzimat (1836), Arazi Kanunnamesi (1858) ve ulus-devlet modeli ile devam eden süreç Osmanlı-İslam kültür anlayışı bakımından önemli kırılmalara sebep olmuştur. Bu yazıda üzerinde durulması yahut şehre doğrudan etki eden makro neden olarak -her ne kadar polemik konusu olsa da- toprak hukuku/ mülkiyet sistemi değerlendirilmiştir.

Genel takdim biçimi ile “imar” olarak beliren konuya, yakın tarih perspektifi ve somut örnekleri ile yaklaşacak olursak birçok meselede olduğu gibi Tanzimat ve sonrası demek doğru olacaktır:

Vakıf şehri olarak da adlandırdığımız şehir yapılanmasında vakıfların sosyal hayattaki fonksiyonları sadece yardımlaşma, gözetme gibi unsurlar üzerinden değil, şehrin doğal ve değer yapısının kamu adına korumaları olarak da görülmüştür. Tanzimat’tan sonra şehir toprak hukukunda yapılan değişiklikler ve devletin mali olarak zayıflaması vakıflara ait kaynakların tükenmesine, neticede vakıf emlakının korunamaz olmasına ve etrafındaki yerlerin işgal edilmesine sebep olmuştur. Bu minvalde vakıf şehri hüviyeti ve hükmü alenen ihlal edilmiştir. Şehirlerin gardı düşürülmüş, darbeye müsait hale getirilmiştir.

Osmanlı’da camilerin, okulların, vakıf mülkiyetindeki yerlerin çevreleri ve kamu arsaları ranta alet edilmemiştir. Bu yüzden rant transferine imkân veren yapı kategorisi sadece ticari teşekküllere dayanmıştır. Bugünkü işleyişte maalesef kamu hizmet ve alt yapı yatırımları/harcamaları şahsi kâr olarak transfer edilmektedir. Bu doğal olarak şehir düzenini ciddi bir şekilde bozmaktadır. Böylelikle bir taraftan yükselen yapı yapma hakkı şahsi ranta yardım ederken bir taraftan da boş yerlerin bilfiil nüfuzlu kişilerce işgal edilmesinin önü açılmış oluyor.

Batılılaşma tebarüzü ile “süreç odaklı şehir telakkisi” yerini “donmuş şehir telakkisine” bırakmıştır. Böylelikle şehrin ölçek düzeyi tamamen tahrip edilerek kontrolsüz göçün önü tehlikeli bir biçimde açılmıştır. Bundan dolayı şehrin yeniden tanzimi, genişleme süreçleri, makro ve yerel imar planları geleceğe ışık tutar nitelikte olmalıdır. Değişimin kaçınılmazlığı göz önünden kaldırılmamalıdır. Özellikle kentleşme süreçleri ve iş/ geçim imkânları değerlendirildiğinde merkezin yüksek binalarla yoğunlaştırılması gibi kaçamak ve sahte işlerle şehre darbe vurulmamalıdır.

Tanzimat’tan sonra yine toprak hukukunda meydana getirilen değişmeler, yapı hukukunu da büyük ölçüde etkilemiştir. Evlerin birkaç katlı olma özelliği, evlerin hiçbir şekilde yoğunlaşmadan oluşan toprak rantını engellemekteydi. Ancak sahip olunan toprak üzerinde çok katlı binalar yapılmasına hukuk yoluyla müsaade edilmesi evlerin ve iş binalarının ranta alet edilmesine sebep olmuştur. Ev ve toprak üzerindeki asgari ihtiyaç, fahiş artışlarla lüks kategorisine girmiştir. Dahası çok katlı binalar ile daire için alternatif kullanım biçimlerinin önü kesilerek zorunlu ikamet, zorunlu kullanım yani zorunlu yaşam dikte edilmiştir.

Bugünkü çarpık ve marazi kent görüntüsünün menşei bu düzenlemelerin yürürlük esasına dayanmaktadır. Şehre dair bir iyileşme oluşturulmak isteniyorsa ev ihtiyacı ve eve dair değer algısı ranta kurban verilmemelidir. TOKİ yüksek katlı bina yapılaşması, dar gelirli kesimler üzerinden yapılan reklâm kampanyaları bu anlamda değer barındırmamaktadır. Bu yüzden bir çıkış yolu da değildir. Aksine gelecek nesiller için şehre kalkışılmış bir darbedir.

Bu konuda en önemli meselelerden biri de kamunun asli haklarının öncelikli olmasıdır. İngiltere’de hâlâ Osmanlı hukukunda olduğu gibi topraktan yararlanma hakkı şahıslarındır fakat toprağın asli mülkiyeti kamuya aittir. Bu da devletin haksız kazanç noktasında ve spekülasyon oyunları çerçevesinde kamu yararı gözeterek müdahale etme imkanını elinde bulundurmasını sağlamaktadır. Benzer bir tasarım ile mülkiyet algısının kamu yararı bandında değerlendirilmesinin önü muhakkak açılmalıdır. Tahsisatta ve yapılaşmadaki mülki fevrilik şehre darbe vurmaktadır.

Tarihi süreç itibari ile gerçekten ülkemizi geleceğe taşıyabilecek şehirler kurmak istiyorsak bu kamburu sırtımızdan atmanın köklü yoluna acilen girmeliyiz. Özellikle makro imar planlarını rant odaklarından, kısa yoldan zengin olma gibi farazi klişelerden, seçimlerde belediye kazanmanın ganimeti olarak görülmesinden hep beraber kurtulmak mecburiyetindeyiz. “İmar planı” artık tüm benliği ile sadece birkaç yol ve teknik çizim olmaktan çıkarılıp yeniden insanın imar misyonuna uygun değer ölçütü olarak “şehir planı” anlayışı ile ele alınmalıdır.