Dostluk şakaya gelmez. Elini ya kalbinin üzerine koyacaksın ya da kalbini eline emanet edeceksin. Dostluk kalem ve kâğıt kullanmayı gerekli kılmayan bir sözleşmedir. İki kişi arasında sürüp gidecek rabıtanın hükmünü kalp verir. Öyle zalim bir zamanda yaşıyoruz ki dostluklar bile içten pazarlıklı. Asılacak müsait bir omuz, binecek uygun bir sırt arayanlar ‘dost’ kelimesini her müstefit oldukları kişiye uluorta ve hoyratça kullanabiliyorlar. ‘Dost acı söyler’ diyenlere cevabı ben vermeyeyim Mevlâna versin: “Dost acıyı tatlı söyleyebilendir.”
İnsanın yaşı ilerlediğinden midir bilmiyorum, gün geçtikçe dost bildiklerimizin sözleri ve tavırları derin hayal kırıklıkları oluşturuyor insanda. Dostluk kavramının içini boşaltmış olmasa alınganlık deyip geçiştirebiliriz içinde bulunduğumuz durumu. Şahsi bir sıkıntıdan bahsetmiyorum. ‘Dostluk’ dediğimiz kavram gerektiğinde bozdura bozdura harcanabilecek bir stratejik bağa dönüşüyor sanki. Yüreğin değil cebin derinliğine göre de azalıp çoğalabiliyor bu yüzden.
Yıllar önce Yeni Şafak’taki köşesinde İsmet Özel’in bu meyanda bir yazısını okumuştum. (27 Ocak 2001) 17 yıl evvelin toy idrakine, saf nazarına dayandığı için bir yere oturtamamıştım bu yazıyı. Şimdi tekrar tekrar okuyor ve bu zaman aralığında eriyen ve harcanan dostlukların gerçek sebebine ulaşmakta hiç zorlanmıyorum. Şöyle söylüyordu İsmet Özel yazısında: “Dostunu veya dostlarını satmak günümüzde eski günlerde olduğu kadar dramatik değil. Bu satışa artık herkes olağan gözüyle bakıyor. Hatta dostunu veya dostlarını satmadıkça kimsenin bir yere gelemeyeceği peşinen kabul ediliyor. Siyaset çevreleri bu bakımdan tam bir pazar. Oralarda tecrübeli satıcılardan başkasına rastlamanız pek zor. Bakıyorsunuz hepsinin başından en az bir defa satış geçmiş.”
Yazıda hâlâ bir abartı arayanlar son on beş- yirmi yıl öncesine doğru iniş yapabilirler. Birlikte yola çıktıkları, beraber aynı yağmurda ıslandıkları kişilerden geriye kaç kişi kalmış? Telefon rehberlerinin en son güncellenmiş haline bir daha baksınlar.
Anlaşılan o ki zemin dostluğa imkân bırakmayacak denli kaygan. Zeminin kayganlığı ruhlara ve karakterlere sirayet ediyor. Tüketim toplumu olmanın bu tarz bedelleri olacaktır elbet. Kınanmadığınız sürece doğru yolda olduğunuz hissi sizi çelişmenin verdiği sıkıntıdan kurtaracaktır. Siz gerçekten son zamanlarda hiçbir dostun bir dostu türlü dalaverelerle satışa getirmesi karşısında tek bir cümle kuran bir insaf ehline rastladınız mı? Rastlayamazsınız çünkü menfaat kamusu kendi ahlak sistemini artık böyle oluşturmaktadır. Ses yoksa, yadırgama ve kınama yoksa, demek ki yapılan da bir yanlışlık yoktur. Baksanıza kahpelik, kalleşlik ve kancıklık kelimeleri bile daha önce hiç olmadığı kadar vurgu yitimi yaşıyor. Şairin diliyle (Edip Cansever) yere dökülen bir un sessizliği mi desek buna?
Tek tesellimiz şudur ki, iyi ki iyi şairler var! İçinde bulunduğumuz hâlin tercümesini hiç yamultmadan ortaya koyabiliyorlar. Şiirlerinin dışa yansıyan samimiyetini çok uzağa gitmeden nesirlerinde görebilirsiniz onların. Madem öyle, sözü yine İsmet Özel’le kapatalım: “Hiç kimse ahlaki takıntılar yüzünden drama yaratmaz. Ne kadar kısa zamanda ve ne çok miktarda dost satabilirseniz o kadar kazançlı çıkarsınız. Verdiğiniz parti dolup taşar.”
SİVİL EDEBİYAT
“Elinizdeki kitap 2016-2018 yılları arasında Karar’da yazılmış gazete yazılarından oluşuyor. Bu nedenle salt akademik bir dil yerine, daha serbest ve rahat bir dille kaleme alınmıştır. Kanaatimce bu dilin yazara sağladığı en büyük avantaj, düşüncenin daha hür ve cesur bir şekilde cevelan etmesini sağlamaktır.”
Yukarıdaki satırlar Alâattin Karaca’nın yakın zaman önce (Eylül-2018) eleştiri yazılarını bir araya getirdiği Kopernik Yayınları’ndan çıkan Sivil Edebiyat kitabının sunuş yazısından alınma. Alâattin Karaca yazılarını hiç aksatmadan okuduğum akademisyenlerden. Akademizme saplanıp kalma tehlikesine düşmüyor. Sivil ve aktüel bir dili var. Bu yüzden kendini rahatlıkla okutuyor. Edebiyat kökenli akademisyenlerin metinlerinde en çok rastlanan durum statik, esnemeyen, katı ve de sınırları önceden çizilmiş gibi sürpriz yaşatmayan yazma hattıdır. Elbette bu durumu aşmış birçok akademisyen yazarımız var. Zengin edebiyat birikimine sahip akademisyen yazarların sözünü ettiğimiz çıkmazdan kurtulabilmelerinde gazete yazarlığı hissedilebilir ölçüde katkı sağlamaktadır. Gazete yazılarının gazetede kalmaları gerektiğini, bir dosyaya dönüştürülmemesinin uygun olacağını savunanlar olabilir. Ben şahsen onlardan değilim. Şayet köşe yazarı periyodik yazılarını kısır gündemden uzak tutup kalıcı bir gündeme oturtabilmişse kitaplaştırılarak geniş okuyucu kesiminin istifadesine ve dikkatine sunulabilir. Alâattin Karaca’nın yaptığı gibi. Karaca’nın Sivil Edebiyat kitabı Sanat, Edebiyat ve İktidar, İslamcı Düşünce ve Edebiyat, Din ve Sanat ve Şark ve Garp Medeniyetine Dair olmak üzere dört bölümden oluşuyor. Kendini Müslüman, mütedeyyin, muhafazakâr ya da İslamcı olarak tanımlayan kesimlerin edebiyat, sanat, düşünce ve bilgi ile kurdukları ilişkinin seyrini bu yazılarda etraflıca görebiliyoruz. Yazar çoğu yazısında okuyucuyu düşündürmekle kalmıyor, aynı zamanda tartışmaya dâhil ediyor. Kimi zaman başlıklar tek başına eleştirel bir hüküm cümlesini yüklenebiliyor (İslamcı Edebiyat Ontik Sorunlar Öncelemiyor). Sözünü yutmayan bir üslupla kaleme alınan bu yazıların bir bütünlük içerisinde iki kapak arasına alınması kültür-sanat ve düşünce dünyamız için bir kazanım olacaktır. Sevgili okur, ben bahçede dolaştım, şöyle kafamı uzattım pencereden içeriye göz gezdirdim. Daha önce inşa esnasında bu evin odalarını gezdiğim için olmalı, evde gecelemedim. İlk fırsatta eve girip evin hallerini yaşayacağım. Nasıl olsa anahtar paspasın altında. Sana da bunu tavsiye ederim. Acele davran, sonra evde kimseyi bulamayabilirsin!
(Sivil Edebiyat-Alâattin Karaca-Kopernik Yayınları)