İslam’a aykırı olmamak kaydıyla örf ile amel etme ruhsatı vardır. Ruhsat diyoruz zira bu konuda farklı görüşler ve belli şartlar vardır. Yani örfün bağlayıcı olması bazı şartlara bağlıdır.

Bazı hükümlerin uygulanmasında örf esastır. Örneğin alışverişte “aldım-sattım” gibi ifadeler kullanmıyoruz; ekmeği alıp parasını veriyoruz. Yine mesela birçok işlemi icap ve kabulle değil de elektronik imza ile hallediyoruz. Fakat bu hususlarda da yine temel esaslara aykırı olmama şartı aranır.

“Halkla mücadele edilmez.” Buradan kasıt; yaptığımız işlerde insanların desteğini almak, toplumları dönüştürmenin zor olması ve bir de insanlara düşmanca muamele etmek yerine onları güzel şeylere yönlendirmeye çalışmaktır. Yani selin akışını durdurmak mümkün değildir ama seli belli bir yere yönlendirmek kolaydır.

Fakat bütün bunlar, yaptığımız işleri başkalarını dikkate alarak yapmak anlamına gelmez. Aslolan, doğru bildiğimizi yapmaktır. Yaptığımız her işin dünyada bedelini biz öderiz. Ahrette de yine hesabı bizden sorulacaktır. O yüzden dini, aklı, örfü ve istişareyi dikkate aldıktan sonra; kim ne der diye değil de hak ve adalet neyi gerektirir diye amel etmek icap ediyor.

Bütün hayatını, sadece başkalarını dikkate alarak şekillendirmek; şahsiyetsizliktir. Tabi ki insanları ciddiye alırız. Onlara değer veririz. Ama çok yakınımız da olsa asla kimse için kendimizi ve değerlerimizi feda edemeyiz. Hakikat ve adalet, herkesten üstün ve her şeyden değerlidir. Zira nihai olarak hesaba çekileceğimiz iki husus; hak yani ilahi hükümler ile adalet yani kul hakkıdır.

Özellikle İslam’a uygun olmayan örfü dikkate almak, tehlikeli ve zararlıdır. İslam’a uygun olmamaktan kasıt; sadece açıksa İslam’a aykırı olan işler değildir. İnsanlara, İslam’ın yüklemediği sorumlulukları yüklemek ve Allah’ın helal kıldığı meseleleri yasak etmek te (zorunlu haller veya maslahat hariç ki buna da ancak ehliyet ve yetki sahibi kimseler karar verebilir) yine İslam’a uygun değildir.

Başkaları ile ilgili meselelerde olduğu gibi kendimiz ile alakalı meselelerde de yine bu ölçüler esastır. Yani kendimize de istediğimiz gibi davranma hakkımız yoktur. İnsanın kendisi ile ilişkisi de hak ve adalete dayanmalıdır. Başkalarını ihmalden nasıl sorumlu isek kendimizi ve haklarımızı ihmalden de sorumluyuz. Başkaları gibi kendimize de iyi davranmalıyız. Yine başkalarına olduğu gibi kendimize de zulmetme hakkımız yoktur.

Ve asıl önemlisi; Allah’ın helal kıldığı şeyleri kendimize haram kılma hakkına sahip değiliz. Tahrim suresinin ilk ayetlerinde bu husus, açık ve sert bir şekilde dile getirilmiştir.

Zira insanın dünyada birkaç görevi vardır:

Dünya nimetlerinden istifade etmek yani dünyayı yaşamak. Zira bizim ilk görevimizi dünyayı imar etmek ve buradaki nimetlerden hem kendimizi istifade etmek hem de başkalarına istifade ettirmektir.

Bize bu nimetleri vereni ve bizi yaratıp buraya göndereni unutmamak yani iman ve ibadet.

Salih amel ve adalet. Yani insanlara faydalı olmak ve yeryüzünden zulmü kaldırmak.

İnsanı hak ve adaletten ayıran ana esaslar, Kuranı Kerim’de ve Efendimiz SAV’in sünnetinde şu şekilde özetlenmiştir:

Nefsimiz yani arzularımız ve modern tabir ile rahatımız ve hayat standardımız.

İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ve yardımcıları.

Aile, çevre ve eğitim.

Siyasi ve dini başta olmak üzere her türlü otorite. Ki son iki madde, “kim ne der” ile kastettiğimiz husustur.

Bu bahaneler, bazen iç içe girebilir yani birden fazla bahane bir araya gelebilir veya bir bahane diğerini etkileyebilir. Bu durumda da asıl sebebi bulmak zorlaşır.

Ama en önemli husus; bütün bunların bahane olması yani bu engellerin, bizim hata yapmamızı meşru kılmamasıdır. Yukarda da değinildiği gibi karar bize aittir ve irademizin bedelini hem dünyada hem de ahrette öderiz.