Sınanmak için sinemaya gitmeye ne hacet, hayat basbayağı bir sahne. Hem tiyatro hem sinema. Şu yaşadığımız günleri kurgulamaya kalksaydık birçok şeyi dışarıda bırakırdık. Bugün yaşadıklarımız aklımızın ucuna bile gelmezdi. (Sahi aklımızın ucu neresi?)
Görüşemiyoruz değil mi? Sanki daha önce görüşüyor muyduk ki? Sokakta hasbelkader karşılaştığımızda -saklanacak ve de kaçacak yer bulamadığımız için- numaradan birbirimize söylediğimiz dolgu malzemesi bir şeydi bu söz: “Görüşemiyoruz abi.” Karşıdaki kişinin cevabı hiç de orijinal değil: “He ya görüşemiyoruz, hayat işte!”
Dışarısı diye bir yer olduğunu yeni fark ettik? İçerisini keşfetmeden dışarısını terk ettik. Şimdi de dışarısına methiyeler düzüyoruz. İçerde iken sahici anlamda bir derun yaşamadığımız gibi dışarıda iken de gerçek bir bîrun yaşamıyorduk. İnternet marifetiyle birbirimizin yüzünü görebiliyor, sosyal medya imkânı olanlar yazarak muhabbet gideriyorlar.
Peki ya bunlara ulaşamayanlar? Yaşlılarımız ya da teknoloji özürlülerimiz ya hatıralara sığınıyorlar ya da yol bekliyorlar. Uzak kıymete bindi, fiziki yakınlık tehlike saçan bir şeye dönüştü. “Özlemek” bir başka kılıkta kendini hissettirmek için bakışımızı ortalarcasına yolumuzun üstüne kurulmuş bekliyor.
Öksürene ters ters bakıyoruz, hapşırana “çok yaşa” demeye dilimiz varmıyor. Dünyanın başı, insanlığın ise düşünceleri ağrıyor. İnternet mecraları da olmasa paylaşım buhranı yaşayacak insanlık. Bir tas çorbayı karşı komşunuza yetiştiremiyorsunuz, n’olur n’olmaz diye. Bu koronavirüs belası olmazdan evvel de kimse komşusuyla ekmeğini paylaşmıyordu ki zaten.
Yapmadıklarımızı yapamaz hale geldiğimiz bir dünya var şimdi. Belli ki birileri dünyanın beyni ile oynamaya kalktı. Dünya çok uluslu bir şirketti bu şirket iflas etti. Sahte tanrılar dünyanın elektriğini suyunu kestiler. Yaşamanın kendisine hastalık ve salgın adını verdiler.
Soluk almak, dokunmak ve de yaklaşmak hayatın yaşamakla ilintili üç unsuru. Bu üç unsur da hayattan alınıp ölümün hanesine yazıldı. Şimdi herkes merak ediyor, bu pandemi sona erdiğinde insanların aklı başına gelir mi?
Sınandıklarının farkına varırsa insanlar çok büyük bir imtihanı geçmiş olacaklardır. Modern hayat diye kutsadıkları yaşam biçimini ilk kez sahiden ciddi ciddi muhasebe ederek sorgulayacaklardır. Bunlar az şey değil.
Olup bitenle “n’olur n’olmaz”ın yol kavgasıdır yaşadığımız. “Olup biten” kendi hasarını da beraberinde getirmiştir. “N’olur n’olmaz” ise zamanla beraber mekânı da tehdit unsuruna dönüştürmüştür. Adeta aba altından pandemi göstermektedir.
Her türlü kötü ihtimale açık olmak, bu zamana kadar olanların bundan sonra çok daha fazlasıyla ve daha beter bir şekilde gerçekleşebileceği sinyalini almaktır. İnsan bu zamana kadar başına gelenlerin bugün başına gelenden daha az bir felaket olmadığını fark edip kavradığı zaman kurtulacaktır.
HAYALLERİN ÖTESİ’NE GEÇTİNİZ Mİ?
Sinema hayale mi daha yakındır rüyaya mı? Bana kalırsa rüyaya daha yakındır; çünkü rüya atmosferinin aynısı sinemada taklit edilir. Rüya görmek için aydınlık ortamdan sıyrılmak gerek. Salonun karanlığı rüyadaki kişinin göz kapaklarının kapanmasına denktir. Gözümüzü yumduğumuz zaman gördüklerimiz açtığımız zamankinden daha az zengin değildir. “Ne yalanlarda var ne hakikatte gözümü yumdukça gördüğüm nakış” diye boşuna söylememiş üstad Necip Fazıl. Sinemayı hayalle karşılayanları da yabana attığım sanılmasın. Zira hayalde bir tasarım ve işçilik vardır. Bu yönüyle sinemanın ilk insani nüveleri sayılsa yeridir.
Rüya gösterilendir, hayal kurulandır. Birinde edilgenlik diğerinde etkenlik özelliği vardır. Bir de sevgili hikâyeci yazar Cihan Aktaş’ın yakınlaştırması var: Hayallerin Ötesi. Cihan Aktaş 1980’lerden bu yana fotoğraf ve de sinema üzerine düşünen, yazılar yazan edebiyatçılarımızdan. İran sineması üzerine de kafa yormuş 1998 yılında Şarkın Şiiri İran Sineması kitabına imza atmıştır. Yaklaşık on yıldır Hayal Perdesi dergisinde Büyülü Gerçek başlığı altında kaleme aldığı yazılarla da Cihan Aktaş’ın bu birikimini okuyucularına aktardığını biliyoruz. Şimdi artık bu yazılar bir kitap haline geldi ve ismi de yukarıda andığımız gibi Hayallerin Ötesi.
Kitaptaki yazılar kronolojik değil meseleler eksenli olarak yer alıyor. Türk sinemasının toplumcu damarına Adile Naşit ve Münir Özkul’un Bizim Aile filmini örnek gösteren Aktaş, her kuşakta yeniden izlenir olmasıyla bu filmin Türk toplumunun dayanışma kültürüne karşılık geldiğini ifade ediyor. Lütfi Akad, Derviş Zaim, Kiyarüstemi, Kurusawa, Ken Loach, Mecid Mecidi gibi usta yönetmenlerin filmlerinde de bu pozitif örneklerin bulunduğunu vurgulayan yazarımız, sinema meselesine temelden “tasvir yasağı”yla giriş yapıyor ve kitap boyunca Müslüman toplumların sinemada kat ettikleri yolu mukayeseli olarak önümüze seriyor.
İki bölümden oluşan kitabın birinci bölümü Meseleler ve Temalar, ikinci bölümü ise Arayışlar Etkileşimler başlığı altında toplanmış. Cihan Aktaş bu kitapta bir taraftan kendi tasvir geleneğimiz açısından sinemaya ne kadar dâhil olup olamadığımızı sorgularken diğer taraftan da alternatif bir sanat, bir sinema geliştirerek okuyucuyu bir seyirci, oyuncu ya da yapımcı olarak sinemanın temsil yeteneği üzerinde düşünmeye davet ediyor. Yazarın Hayallerin Ötesi dediği yer de sanırım tam burası: Hayalde kalmamak, hayalin ötesine geçmek! Bunun için izlek de belli: Hayat, temsil, sinema!
(Hayallerin Ötesi-Cihan Aktaş-İz Yayınları)