Tarihsel bir vakıa mıdır, yoksa bir efsane midir bilmem… Belki de bir zihniyet kırılmasının ve çarpıklığının ifadesi olarak anlatılır. Yeniçeri ocağında sık sık başkaldırıların, isyanların yaşandığı dönemde, uzunca bir süre ocakta bir hareket yaşanmamış. Bir müddet sonra, ocağın mutfağında aşçıbaşı ve eleman değişikliği olmuş… Ertesi gün, yeniçeriler, “İstemezük” diye ayaklanmışlar. Ocağın başına sormuşlar, “Niye isyan çıkarıyorsunuz ”... Cevap çok acayip ve garaip bir gerekçe olarak gelmiş, “Çünkü birkaç gündür yediğimiz hoşaf yağlı değil…” Meğer ocağın mutfağında daha önce görevli olan aşçıbaşı o kadar tertipsiz ve düzensiz birisiymiş ki, yemek yaptığı kazanı boşaltır, aynı kazan içinde bir de hoşaf yaparmış… Dolayısıyla bu kirli, pasaklı kazanın içinde yapılan hoşaf da, hem kirli, hem yağlı olurmuş… Ocağa yeni görevlendirilen aşçıbaşı ise düzenli tertipli olduğu için ve her şey olması gerektiği gibi seyrettiğinden dolayı, tertemiz hoşafı Yeniçeri Ocağı’na dağıttığından “İstemezük” taifesi kendileri için hayırlı ve güzel olan bu olaya bile isyan bayrağını çekmiş.

Birkaç gündür, Milli Eğitim Şurası’ndan çıkan “Osmanlıca Dersi’nin zorunlu” kılınması tartışmaları da aklımıza bu darb-ı meseli getirdi. İstemezükçüler taifesi yine ayaklandı… Türkiye’de hayırlı bir işin altına imza atma konusunda her zaman cimri davranmış ve her güzelliğin karşısına dikilmeye alışmış CHP zihniyeti ise, “Bize mezar taşlarını mı okutacaksınız ” gibi kargaları bile güldüren bir gerekçeye sığınarak, Milli Eğitim’in belki de son dönemde yaptığı tek hayırlı işe karşı çıkmaya kalkıştı. Maalesef Türkiye’de tarih algımızı yönlendirenler, iki aşamalı bir beyin yıkama faaliyetiyle karşımıza çıkarlar. Onların bizlere yaptığı dezenformasyon boyutlu algı, Osmanlı tarihini tümden yok saymak üzerine kurguludur. Sanki onlar Cumhuriyet ile var olmuşlar, Cumhuriyet döneminden sonra oluşan devrimler ve sosyal, kültürel, ekonomik gelişimler ile bu ülkenin kazanımları zirveye vurmuştur. Oysa, bu ülke Osmanlı Devleti’nin mirası ve emperyalizmin ahtapot kollarından kurtarılmış bir bakiyesinden başka bir şey değildir. “Çağ açıp, çağ kapatan”, iki cihan serveri Hz. Muhammed’in (S.A.V.) hadis-i şerifine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet de bizim ecdadımızdır, ülkeyi borç batağına düşüren, “Duyunu Umumiye” kurulmasını sağlayan, Galata bankerlerine koskoca bir devleti muhtaç kılanlar da bizim ecdadımızdır. Tarihsel gerçekleri, döneminin şartlarıyla, döneminin olaylarıyla ve tüm boyutlarıyla ele almak, değerlendirmek, tarihi bir kurgu olarak değil, ibret alınacak bir hakkaniyet vesikası olarak ortaya koymak zorundayız. Peki, koskoca 600 yıl dünyaya hükümferma olmuş Osmanlı’yla, ecdadımızla, bu büyük tarihsel mirasın ortaya koyduğu, sosyolojik, kültürel, ekonomik gerçeklerle ilgili iki satır bilgi kırıntısını çözebiliyor muyuz Hayır…

Hangimiz, mikrobu ilk tanımlayan bilim adamının Akşemseddin olduğunu biliyoruz…

Hangimiz, Ali Kuşçu’nun matematikte ve astronomideki çalışmalarını inceleyebiliyoruz…

Hangimizin, İstanbul Dar’t Tıba’aatül Amire’de basılan “Miratü’l Ebdan fi Teşrih-i Azaü’l-İnsan”, “Usulü’t Tabia” ve “Miyaru’l-Etibba” kitaplarının Osmanlı’da basılan ilk tıp kitabı olduğundan haberimiz var. Çünkü Latin alfabesine geçtiğimiz günden beri, tarihsel mirasımızı inceleyebilme yeteneğini ve kabiliyetini kaybettik. Bu bağı yeniden kurmamız için, “İstemezük” diye bağıracağınıza daha gür bir sesle, “İsteriz, hem de en çabuk şekilde isteriz” diye bağırmanız gerekiyor. Lafa geldi mi, “Bilimsel boyut, bilim, bilim” diye nutuklar atarsınız, ecdadımızın bizlere bıraktığı bir ilim mirasına vakıf olacak insanlar yetiştirilmesine ise karşı çıkarsınız.

Hadi ordan, hadi ordan!