Papa, Biden, Putin derken şimdi de AB heyeti ve Cameron. Her biri aslında başlı başına bir kutup olarak ön plana çıksa da, sonuçta iki farklı dünyanın temsilcileri. Putin Doğu’yu temsil ederken, diğerleri de “parçalı bulutlu” Batı’yı temsil ediyorlar.
Bu ziyaretleri ne kadar hayra yormak mümkün, açıkçası çok emin değilim. Üst üste gerçekleşmeleri ve hemen hepsinin mikrofon önünde “mavi boncuk” dağıtmaları ya da “dua etmeleri” kafalarda kocaman soru işaretlerinin oluşmasına neden oluyor. Ne de olsa, bundan yaklaşık olarak yüz yıl önce bizi tarihe gömmeye ant içmiş, son duamızı okumak isteyen bir koalisyonun temsilcileri/torunları ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, “kıt da olsa” devrede olan tarihsel hafızamız çok farklı çağrışımlar yapıyor.
En temel soru, şimdi bizden ne istedikleriyle ilgili. Dikkatinizi çekerim, ne verecekleriyle ilgili değil, ne istedikleriyle ilgili bir durumdan bahsediyorum. Özellikle de işin içinde hep almaya, sömürmeye yönelik İngiltere olunca, kırk defa düşünmek ve bu bağlamda bu nahoş soruyu sormak farz oluyor.
O zaman çok açık bir şekilde soralım; bayram değil, seyran değil Cameron niçin burada ve olabildiğince sempatik ve uyum içerisinde görünmeye çalışıyor (Bazılarınız niçin bu sefer Kraliçe ortalıkta yok diye de haklı olarak sorabilir.)
Bu sorunun cevabını klasik gündem ile birlikte, son dönemde ortaya çıkan gelişmeler çerçevesinde: 1) Türkiye-AB tam üyelik süreci; 2) Doğu Akdeniz’deki son kriz ve Kıbrıs sorununa olası etkileri; 3) Ortadoğu’da Suriye-Irak ve kısmen de olsa İran merkezli yaşanan son gelişmeler ve “Yeni Ortadoğu” süreci; 4) Bu son gündeme bağlı olarak ön plana çıkan iki önemli alt gelişme: a) IŞİD ve b) “Kürdistan”; 5) Putin’in “kritik” Türkiye ziyareti kapsamında verebiliriz.
Evet, yapılan değerlendirmeler de ön plana çıkan hususlar üç aşağı beş yukarı bu şekilde. Peki, meseleye yaklaşım yanlış mı Elbette değil. Ama eksik! Nasıl mı Öncelikle şunu söylemek lazım. “Görüntüler çoğu zaman aldatıcıdır.” Sihirli kelimeler ise insanı baştan çıkartır! İşin içinde özellikle de İngiliz siyaseti olunca.
Adım adım gidelim... Cameron’un Türkiye’ye yönelik kullandığı “en yakın/çok yakın işbirliği” çağrısı aslında Ankara’ya yönelik “uzaksın, tehlikeli sulara/mecralara doğru kayıyorsun, kulübünü karıştırma” uyarısı ile eşdeğer.
“Türkiye’siz bir AB’nin güçlü değil, zayıf olacağını” söylemesinin ise AB nezdinde bir karşılığı yok, dolayısıyla fazlasıyla “anlamsız”. Hatta, Türkiye’nin AB tam üyelik sürecini (tam üyelik ne demekse!) sabote etmek ile eşdeğer.
AB içerisinde en başından beri ABD’nin “Troyka Atı” olarak değerlendirilen İngiltere’nin bundan dolayı Türkiye’nin tam üyelik müzakere sürecine ciddi bir katkısının olması beklenemez. Sadece, Türkiye’ye yönelik bir takım baskıları frenleme noktasında bir rol oynayabilir, o da şayet çıkarlarına denk gelirse...
Ağırlıklı olarak Almanya ile yaşadığı sorunlardan ötürü de AB ile ilişkileri kör topal giden İngiltere’nin Türkiye’yi Brüksel üzerinden Berlin’e kaptırması da zaten beklenemez. En azından “Büyük Patron” ABD buna müsaade etmez. Güçlü bir Avrupa Birliği yerine, zayıf-gevşek bir birliği tercih eden ABD’nin kıta Avrupası üzerindeki en büyük sigortası olarak ön plana çıkan İngiltere’nin bir tampon devlet olarak buradaki en büyük misyonu, AB’yi ABD ile Asya/Avrasya arasında “kontrollü bir güç” olarak tutmak.
Bunun için de Türkiye’ye ihtiyacı var. Nasıl mı Çok basit! Londra’dan bakıldığında Türkiye, orta-uzun vadede kontrol dışına çıkabilecek AB’yi sulandırma, etkisizleştirme anlamında bir potansiyel güç olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda, Türkiyesiz bir AB’nin topal ördekten de farkı kalmayacak!
Bunun dışında “Yeni Ortadoğu” yapılanmasında İngiltere’nin “olmazsa olmazı” olarak da ön plana çıkan bir Türkiye söz konusu. Fakat, buradaki temel sorun Türkiye bazında bazı hesap-kitap işlerinin çok da tıkırında gitmemesi ve Kraliçe’nin bundan dolayı canının biraz sıkkın olması. Bunun için de Cameron üzerinden ince mesajlar veriliyor; Suriye-Esad konusunda olduğu gibi...
Evet, Türkiye son dönemde tarihinin “en tehlikeli” ziyaretlerine sahne oluyor. “Tehlikeli sessizlik” sürecinde gerçekleşen bu ziyaretlerde verilen en önemli mesaj ise, Ankara’nın “değerli yalnızlık”tan “tehlikeli ortaklıklara” göz kırpıyor olması. Bu da, İngiltere açısından Türkiye’nin 1838 Balta Limanı sürecine çekilmesi ile eşdeğer! Hatırlanacağı üzere, o süreçte de Türkiye (o zaman için Osmanlı İmparatorluğu) üzerinde iki devletin güç mücadelesi ön plana çıkıyordu: Çarlık Rusya’sı ve Britanya İmparatorluğu.
Dolayısıyla, başta İngiltere olmak üzere, bu ülkelerin Türkiye değerlendirmelerini iç siyasetten uzak tutmamak gerekir. Dünya imparatorluğunu iç siyasetteki dizaynlar sayesinde gerçekleştiren İngiltere’nin bundan sonraki hamlesi büyük merak konusu. Ziyaret sonrası Kraliçe’ye verilecek rapor işte bu açıdan çok önemli...