İdeolojiler çağı kapandı diye bir söylenti çıkarıldı. -izm’lerin, türlü türlü ekollerin artık miadını tamamladığı söylendi. II. Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaş dönemleri mantalitelerinin geride kaldığı, sol-sağ siyasetinin modasının geçtiği belirtildi. Vesaire vesaire. Ne anlamamız gerektiği önemli idi ancak nereye doğru sürüklendiğimiz daha bir deruni.

Ortaya atılan konulara bakılınca mevcut durumun eskisi ile aynı olmadığı açık. Ancak insanlığımıza neler kazandırdığına bakılınca bir zihniyet değişiminden ziyade bir kabuk değişiminin olduğu, elverdiğince sıklet atlandığı görülüyor. Artık kulaklarımıza hoş gelen yönü ile sömürü düzenine alışmamız gerektiği perçinlendi. Hatta yeni dünyaya gelen bir bebeğe bu dünyada yaşamanın koşulları listelendi. Bir “IBAN numarası” bir de kredi kartı tutuşturuldu körpecik ellerine. Yaşamadan yaşacaklarının ekstresi çıkarıldı, borçlu olduğuna inandırıldı ve işine gelirse dendi. Yazık!

Büyüdü... Oyunlar öğretildi. Savaş oyunları. Savaştan oyun mu olurmuş! Önce savaşı öğrettiler, savaşa alıştırdılar sonra da savaşsız olamayacağına. Önce ırkçılığı aşıladılar, üstünlüğe değindiler sonra da “tek”liğin hikmetlerine. Önce faizin problemini çözdürdüler, türlerini ezberlettiler, yemlerine attılar sonra da bataklığına. Yüzüleceğini söylemişlerdi ancak hareket ettikçe battık, battık, battık.

Hegemon ideolojinin temel kavramı ya da kılıfı diyelim “küreselleşme” olarak seçildi. Başımıza onca gelenlere karşı “Bunlar zaten dünyamızın problemleri. Biz ne yapabiliriz ki? Sadece bizle alakalı değil.” diye bir şeye inandırıldık. İnanmadık doğru, inandırıldık!

Küreselleşmenin insanlara süslü gösterildiği en güzide alan ise teknoloji oldu. İletişimin ve bilişimin yaygınlaşması adeta dünyanın her yerini “bir” yaptı. İnsanlara sunulduğu hizmet tarafıyla güzel göründü. Fakat teknolojinin süsünü kaldırdığımızda görünen, bütün insanlığın bambaşka bir girdaba sokulduğu oldu. Yeni dönemin “en”leri olarak “polis devletleri”, “haz endüstrileri”, “savaş tanrıları” boy gösterdi. Kalabalıklara karışmış bir şekilde gidiyorduk ama ne niçin gittiğimizi ne de nereye gittiğimizi biliyorduk. Garip bir şey olduk!

Kavramsal olarak “küreselleşme” yaygınlaşma, yayılma, birleşme, blok oluşturma, etkileşim, entegrasyon gibi kavramla karıştırılmamalıdır. Dünyaya açılmamanın, kapalı kutular içinde, perdeler arkasında yaşanamayacağının, yaşanmaya çalışılsa bile akıbetinin neler olacağının farkındayız. Niyetimiz bugünlerde siyasette “dış mihraklar” diye geliştirilen “korkuluk psikolojisi” oluşturmak değil ya da her olumsuz hadisenin bir kaynağa, bir kavrama bağlı olduğunu ifade etmek. Kendimize bir çözümleme aracı geliştirmeye, doğru yerden bakmanın formlarını bulmaya çalışıyoruz. Dert bu.

Uluslararası ekonomik dengelerin ne denli etkileşim içinde olduğu, ekonomiyle beraber siyasi ve hukuki ilişkilerin de ne derece birlikte hareket ettiğini iyi gördük. İnsanlığın bir sömürü çarkına sokulduğunu ise zaten biliyorduk! Süper güç, tek kutupluluk falan hepsini adımız gibi öğrenmiştik! Peki, bu gaflet ne o “vakit”! Milliymiş gibi görünenler, küresel güçlere güven pompalayanlar, onlarla stratejik müttefik olup dostluk pekiştirenler tabii ki küresel hegemonyadan nasibini alacaktı, alıyor da. Tabii bu arada gemi edebiyatı yapanlara bizim de bir çift sözümüz olsun: Kendine gel! Unutma! Hak aranan yerin hâlâ AB, ABD ve türevlerinin olması bir reel politik değil, “kendimizde olmadığımızın” alametidir.

Milli olmadan küresel, küresel olmadan da milli olunmaz. Doğru yerden, doğru açıyla bakmalı. Ancak milli siyaset; birleşmenin, blok oluşturmanın, uluslararası siyasi dengelerin korunmasının ötesinde politik çıkarlara kurban verildi. Biz, biz olmaktan öte bir şey olduk. Küreselleştik!

Kültür ve değer dağarcığımız türlü türlü sebeplerle küreselleşti. Ne yiyeceğimiz bir tarafa dursun nasıl yiyeceğimiz bile öğretilir oldu. İnsanları bir arada tutan ortak paydaların üstü betonla örtüldü, “maneviyat” mistisizmle yer değişti. Küreselleştik! Unutma! Gerçek bağımsızlık her şeyden evvel “manevi bağımsızlık”tır. Evvela manevi bağımsızlığı için mücadele edip kazanamayan halkın bağımsızlığı “Vatan, Millet, Sakarya” üçgenine indirgenir, oraya sıkıştırılır.

Hukuk sistemi ise dünyada küresel güçlerin yamağı haline geldi. İnsanların kanını donduran insanlık suçlarının işlendiği durumlarda bile kınamaktan öteye gidemeyen uluslararası adalet kuruluşları fonksiyonunu tamamen siyasallaştırarak küreselleşti!

Peki, bahsedilen ve daha da bahsedilebilecek olan bütün bu unsurlar “nasıl” oluyor da bir kavramla halledilebiliyor dersek; maddi tüm unsurların ötesinde insanlığın bir “ahlak” buhranı/çıkmazı içinde olduğunu söyleyebiliriz.