Geçenlerde Edirne’ye yolum düştü. Zaten arada bir düşürürüm yolumu buraya! Tarihin çeşitli dönemlerine ait gizemleri sinesinde barındıran bu güzel şehirde, insanı büyüleyen bir tılsım var! Buraya her gittiğimde daha önce hiç gitmemiş / görmemiş gibi heyecan duyarım. Şehir kapladığı alan itibariyle küçük olmasına rağmen, medeniyet tarihi itibariyle oldukça büyük bir değere ve öneme sahip!

Selimiye Camii ve çevresinde bulunan Eskicami, Üç Şerefeli ve arasta şehrin tarihî mekânının odağını oluşturuyor. Diğer bazı tarihî yapılar da aynı çevrede yer alıyor. Kırkpınar ve Beyazıt Külliyesi ise yürüme mesafesinde desem birileri abartılı bulabilir ama olsun, en azından derdimi anlatabiliyorum ya, önemli olan da bu zaten!

Şehrin her yerinden çok rahat bir şekilde görülen ve insanı büyüleyen Selimiye Camii ve özellikle minareleri, uzaktan uzağa sanki insana “hoş geldin” diyor. Hele bir de Selimiye Camii’nin kapsama alanı içine girdiğinizde müthiş bir sükûneti yaşatıyor insana. Kendinizi sanki İstanbul Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet, Eyüp Sultan camilerinde hissediyorsunuz. Bu eserleri miras bırakan ecdadın ruhu şâdolsun. Makamları cennet olsun, inşallah.

Kuşkusuz bu tarihî eserler bir günde yapılmadı; bunlar bir dönemin, sürüp gelen tarih diliminin kültür, inanç, felsefe, sosyal hayat gibi birçok bileşkeninin oluşturduğu yapılardır. Selimiye’nin içine girip de maddî - mânevî anlamda etkilenmemek mümkün değil!

Camide kıldığınız namazın ve huşû içinde ettiğiniz duanın “ibadet” olduğunu hissediyorsunuz. Etrafı gözlemeye kalktığınızda da, mimarisindeki emek ve iman mahsulü her bir ayrıntı, insanı öylesine tefekkür iklimine çekiyor ki sizi benliğinizden koparıp, farklı iklimlere doğru seyrüsefer ettiriyor. Böyle bir ortamda ibadetinizi formel ve informel bütün unsurlarıyla gerçekleştirme imkânı buluyorsunuz.

Bu duygular içinde Edirne’de yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Elbette nerede ve nasıl bir mekânda hayat sürdüğünü bilmeden yaşayan onlarca, binlerce insan var. Oysa ben ayak bastığım yerleri düşündüm, kimler bu yollarda yürüdü, kimler hayra hizmet etti, kimler bu toprakları toprak olmanın ötesinde yaşadı diye!

Beyazıt Şifahanesi kimlere şifa dağıttı, kimleri sevdiklerine kavuşturdu, kimleri mutluluktan mutluluğa uçurdu. Kırkpınar’da kimler “er” kisvesini giydi, kimler oyunun kurallarını çiğnedi de “eer”leşti Hangi ilim ve gönül adamı buralarda hizmet etti Kimler çalıştı kimler çalışıyormuş gibi yaptı Bunları merak etmediğimi söyleyemem.

Edirne’nin soğuğunu bilip de, dünyaya hükmettiğini düşündüğümüz padişahların Edirne soğuklarında ne çileler çektiklerini düşünmemek mümkün mü Şimdilerde ise bas doğalgazın düğmesine hemen ısınıver. Sonra da şikâyetnâme sadedinde “ahkâm kesme”ye başla! Oh ne âlâ!

Bu zengin ve muhteşem tarihî kimliğin yanı sıra Edirne’de tabiat da bir harika! Ne tarafa baksanız iki nehrin beslediği doğallık insanı büyülüyor. Edirne’nin tabii zenginliğine zenginlik katan Tunca ve Meriç nehirleri sükûnet içinde akarken insana öylesine bir coşku yaşatıyor ki, diriliyorsunuz, su olup bütün canlılara “âb-ı hayat” olmak istiyorsunuz.

***

Bütün bunlardan, yani tarihî ve tabii güzellikleri andıktan sonra bir şikâyetimi dile getirmek istiyorum. Edirne’de bir sahipsizlik var. Ana mekânların dışına çıkmaya gör, pislik, dağınıklık, derbederlik, çöplük ve düzensizlik almış başını gidiyor. Ayrıca Edirne’yi Avrupa’ya bağlayan ve şehrin içinden geçen ana caddedeki kavşakların belirsizliği ve bu caddedeki düzensizlik hemen kendini ele veriyor.

Hele bir de “Edirne Kent Ormanı” olarak adlandırılan mekâna gittiğinizde ağaçlar muhteşem, nehir hâkezâ, fakat çevresi derbederliğin, rastgele atılmış çöplerin, içki şişesi kırıklarının cirit attığı bir mekâna dönüşmüş. Üzülüyorsunuz hatta utanıyorsunuz bu içler acısı hali görünce!

Burada tabiat ne kadar güzelse, tersinden bir o kadar kirlilik insanı rahatsız ediyor! Belediyeciler bunu nasıl başarmış şaşmamak mümkün değil. “Bu şehrin belediyesi var mı ya da belediye şehrin neresiyle ilgileniyor ” demekten kendimi alamadığımı da söylemek zorundayım. İnsan böylesine güzel bir şehirde özenle yapılmış ya da yapılan çağdaş belediyecilik bekliyor ve arıyor.

Avrupa’ya (Yunanistan) 15 km. mesafede olan bir şehrin böyle mi olması gerekir Oysa Batı’dan Türkiye’ye giren her bir insanın ve özellikle de vatandaşlarımızın, “İşte bu!” demesi ve gurur duyması gerekmez mi Elbette söylediklerim bir başkasının “demeleri” veya “desinleri” için değildir. Her şeyden önce insanın kendisinin, evinin, sokağının, caddesinin, mahallesinin temiz olması gerekir. Ortamın pis olmasına asla göz yumulmamalı ve yeni yetişenler de kirli ve düzensiz bir ortama alıştırılmamalıdır. Bir şeyleri düzeltmeye insanın gücü yetmiyorsa zamanla bulunduğu “ortam”a alışmak zorunda olduğunun bilinmesi gerekir.

Edirne şehri “kirliliği” hak etmiyor, Edirne ecdat yâdigârı bir şehir, buranın tarihî kimliğine uygun, pırıl pırıl olması şarttır. Şehrin temizliğinden sorumlu olanların, büyük bir vebal altında olduklarını hatırlatmak istedim. Daha şu günlerde bile karasineğin, sivrisineğin ortalıkta boy göstermesi hiç de hayra alâmet değil. Çünkü onların hangi ortamlarda barındığı ve yaşadığı herkesin mâlûmu!

Edirne şiir gibi bir şehir, ancak bu şiiri okumasını iyi bilmek de yetmez, çünkü şiiri okuyabilmek için “şiirden anlamak” temel koşuldur. Şiir okuyacağım diye talip oluyorsanız, şiirin bahçesindeki çiçekleri incitmeden oralarda seyrüsefer etmek gerek. Öyle inanıyorum ki özellikle içinizin ısındığı bahar ve yaz aylarında Edirne’de “şiir” yazarken, dondurucu soğukların yaşandığı kış mevsiminde de yazdığınız şiirlerin redaksiyonunu yapmanız ve onları içselleştirerek okumanız mümkündür.

Selimiye’de kültür-medeniyet-inanç odaklı bir duyguyu yaşarken, Meriç kenarında gönlünüzün sesini duyup dinlemeniz oldukça insanî bir gerçekliktir. Edirne, duygu ve düşüncenin iç içe girdiği, kısa zaman ve mekân dilimlerinde farklı iklimlerin yaşandığı bir şehir! Elbette ki böyle bir şehirde “çöp iklimi” yaşamayı kimse istemez. Ezcümle, “tarihî kimliği ile bütünleşmiş bir Edirne” kendini bağrına basacak mâderini bekliyor.