Azizim biz adam olmayız
Olaylar karşısında bildik Türk insanı tepkisidir bu.
Ne yani o kadar mı kötüyüz
Değiliz elbet. Ama bir şeyin başını iyi tutturduğumuz halde sonunu iyi götüremiyoruz.
Geçen İsmail Kılıçarslan da yazdı.
Hac malzemesi satan dükkânın hiç de Ramazan a ve de haccın ruhuna uymayacak abus çehreli çalışanlarından dem vururken bir yandan da şehirde çoktandır kaybolan dini hava nerede diye soruyordu.
İnsan bu, arıyor işte. Nasıl iftar vakti Ramazanımızı tatlandırmak için sıcacık bir pidenin şefkatine sığınıyorsak, çarşıda pazarda yürürken de yeleğinin cebinde fındık fıstık, şeker taşıyıp çocuklara dağıtan dedeleri arıyor gözlerimiz.
Çıksın ve bizi merhamete sevgiye götürsün. Herkesin kendisi için yaşadığı havayı bir anda dağıtsın.
Aynı gün güzel duygularla girdiği pide kuyruğunda iki vatandaşın birbirlerine sudan sebeplerle bağırıp çağırarak kavgaya tutuşması karşısında umudunu yitirip Ramazan pidesine reddiye yazan Ali Çolak da içine çekilmekten başka yol bulamıyor.
Şimdi sormadan edemiyor insan: Ramazan dan nasibimize düşen bu mudur
Öyle kalıcı hasarlarımız var ki Ramazan ayı bile yaralarımızı iyileştirmeye kâfi gelmiyor. Kılıçarslan ahalisinin en basitinden gülüşünde, konuşmasında ve yürüyüşünde dinden nasiplenen bir ruh görmediği için şehre küserken, Ali Çolak çocukluğundan beri kokusuna meftun olduğu Ramazan pidesiyle arasını açıyor.
Size bir şey söyleyeyim mi Problem ne pidede ne de şehrin din ile bir türlü kuramadığı ünsiyette.
Problem bizim neşvesiz, tatsız tuzsuz İslam anlayışımızda.
Gül tutan elde gül kokusu kalır derler. İslam ı içselleştirmiş bir insanda da İslam ın bütün güzellikleri bir hayat biçimi olarak tezahür eder. Eğer bu gerçekleşmiyorsa bir natürmorta çiçek muamelesi yapıyoruz demektir.
Şayet içimizdeki şehrin ışıkları dışımızı aydınlatacak seviyeye gelirse işte o zaman şehre din gelmiş olur.
Din bize yükümlülük olarak öğretildi. Hâlbuki bu ne kadar eksik bir tanımlamadır. Din suya koşmanın iştiyakı, kaynağı bulmanın sevincidir.
Kent hayatıyla birlikte herkes ve her şey piyasa şartlarına tahvil oluveriyor.
Dinin, dinsel faaliyetlerin ve dindarlığın bile bugün adı konmamış bir piyasası var.
Kimse kimsenin yüzüne kardeşini görme ferahlık ve sevinciyle bakmıyor.
Meşrepler, kafadarlıklar ve modern nevzuhur mezhepler insanların kenetlenip kaynaşmasında daha büyük etkiye sahip.
Dernekler, gazeteler, dergiler ve sendikalar ayrışma için yeterli vasıtalar.
Kardeşiz hitabı hançereden öteye geçmiyor.
Pide kuyruğunda tekme tokat kavga eden oruçlu insanlar ya da hac malzemeleri satarken bir yandan da suratıyla sirke satan adam yaşamadığı şeyi yaşatamıyor ne yazık ki.
Önce huzur iklimine girebilmek için namaz, oruç gibi sıralı ibadetlerin yanı sıra onursal yaşam, sosyoekonomik seviye, estetik heyecan, etik duyarlık ve kabuktan çıkıp öze intikal etmiş sahih bir dindarlık gerekiyor. Bu da kişilerin tek başına hayatlarında sağlayabilecekleri bir şey değildir.
İnsanlar bugün ilmihal ve fıkıh kitaplarının insafına terk edilmiş ve pratiği olmayan, kültür haline gelmemiş bir dinsel malumatlar yığının oluşturduğu yalnızlık ve bir başınalığa mahkûm edilmiştir. Bu hayatlar bu şehre, bu şehir bu dine sığmıyor. Namazı öğrettiğiniz insana namaz neşesini de tattırmanız gerekiyordu. Oruç tutan hacca giden müminin ruhu kuş gibi semalarda dolaşmalı, Müslüman olmanın coşkusu ufkumuzda dolaşan kara bulutları dağıtmaya yetmeliydi. Olmadı, bunu bir türlü sağlayamadık.
Bu yüzden yelek cebince fındık fıstık taşıyıp bir çocuğu mutlu eden amcaların sayısı azalırken yüzü gülmeyen patronların sayısı iki kat arttı.
Çünkü bu dünya bu iki insanın bir arada barınamayacağı bir dünyadır.
Din ne zaman kuru vecibeler alanı olmaktan çıkar sevgi, sabır ve hoşgörü düzleminde şahsiyetin inşasına katkı sağlar hale gelirse elbet nagehan vardığımız şehirde dinin bütün hasletlerine de kolaylıkla ulaşabiliriz.