Karar gazetesinden Şule Demirtaş Hanım “Ayasofya nasıl çorap koktu?” başlıklı uzunca bir makale yayınlamış. İlginç olan, çok önemli ve ciddi bir analiz yapma kaygısıyla giriştiği satırların başlığı ise oldukça yavan ve ciddiyetten uzak olması.
Bizim kültürümüzde, evlerimize ya da ibadethanelerimize ayakkabılarımızı çıkartarak gireriz. Yani yazar hanımın kaygısı o kadar yersiz ki bu mantıkla hiçbir camiye ya da eve girilmemesi gerekiyor. Ya da sokakta gezdiğiniz ayakkabılarınızla evlerinizde ya da ibadethanelerimizde dolaşmanız gerekiyor.
Tabi asıl sorun çorap ya da ayakkabı değil ama Şule Hanım’ın bakış açısı sorunlu. Cami olmadan önce ayakkabılarla gezilen bir mekâna cami olduktan sonra çorapla girilmesini eleştirme çabası mantıktan uzak.
Şöyle ki; gerek Şule Hanım’ın kurumu Karar gazetesi gerekse bizim kurumumuz Millî Gazete İstanbul sınırları içerisinde. Yani Ayasofya ile aynı gün ve saatte fethedilen toprak parçasının üzerinde oturuyoruz. Ve hatta İstanbul’un surlarından tutun da çok sayıda tarihi eseri Fetih öncesine ait. Nasıl yapalım buralara da Yunan bayrağı mı çekelim?
Ya da İstanbul’u haftanın belirli günleri Yunan bir yönetici diğer günleri de Türk yönetici mi yönetsin. Yazar hanımın “aslına uygun kalmalı” endişesi bunu gerektiriyor.
Kendisine UNESCO’nun tanımını milat alan ve ona göre hareket ettiği anlaşılan Şule Hanım’ın unuttuğu bir detay var; İstanbul 1453 yılında fethedildi, UNESCO 1945 yılında kuruldu. Fetih sonrasında da Fatih Sultan Mehmet Han (bizde cami satmak gibi bir anlayış yokken günümüzde de sıkça görüldüğü üzere Avrupa’da satın alınan ve camiye ya da farklı mekânlara çevrilen kiliseler var) ücretini de kendi bütçesinden ödeyerek Ayasofya’yı fethin sembolü olarak camiye çevirmiştir. Elbette bu adım o günün koşullarında biraz da siyasi bir adım olmuştur. Fethettiğiniz şehrin en görkemli yerindeki eseri de “fetih ruhuna uygun” hale getirmiştir.

Yazar hanımın değindiği bir başka konuda siyasi iradenin bir zamanlar “önce Sultanahmet’i doldurun” demesi kısa süre sonra da Ayasofya’nın aslına döndürülmesi. Burada eleştirilmesi gereken bir duruş varsa o da ilk açıklamadır. O sözler de söylendiği anda hassasiyet sahibi insanlar tarafından gerekli eleştirilere muhatap olmuştu.
Şule Hanım’ın şu değerlendirmesine de itirazımız var.

“(…) İtalya Padova’da bulunan Scrovegni Şapeli 718 yaşında, Ayasofya ile arasında handiyse 1000 yıl kadar var. O da UNESCO dünya mirası listesinde olan bir eser. Eserin içine girebilmek kolay değil. Zarar verilebilir endişesiyle beden ısısının regüle edilmesinden, nefesten oluşacak neme karşı önlem alınmasına, flaş kullanımına kadar tüm riskler eleniyor. Ücret mukabilinde belirli bir süre gezebileceğin şapele girmeden önce özel bir odada vücut ısısı aklimatize ediliyor. Vücut ısısı yapının iç ısısıyla aynı hale geldiğinde içeri alınabiliyorsunuz. (…)”

Bu sözlerin yerli yerine oturması mümkün değil zira Ayasofya müze olarak kullanılırken yani günlük insan seline maruz kalırken camiye çevrilmiştir.

Yazar hanımın muhatabı Fatih Sultan Mehmet Han’dır. Ayasofya üzerinde irade kullanma hakkı Fatih Sultan’ındır. O da burasını bizlere cami olarak miras bırakmış ve Ayasofya’nın aslı da camidir. Fatih Sultan Mehmet Han (hâşâ) mezarından kalkıp yeni bir irade ortaya koymadığı sürece tartışmalar beyhudedir.

Azınlıklara ait ve kısa süre önce iadesi yapılan mülklerin uzunca bir listesi var. Dileyen kolayca bu listeyi edinebilir. Yerimiz dar olduğu için burada yayınlamayacağız. Yani tıpkı Ayasofya gibi aslına dönen taşınmazlar. Bunların iadesine karşı çıkmadıysanız Ayasofya’nın aslına dönmesine de karşı çıkamazsınız.