Bizim sokağın bir çocuğuydu. Onun misket oynamaya başladığı yaşlarda ben İstanbul yollarına düşmüştüm.
– Ağbi beni tanıdın mı Dediğinde, karşımda duran delikanlıyı, o komşu çocuğunun karalığına düşürüvermiştim.
– Oooo! Sen...
Hemen tanımış olmama şaşırmıştı. Ben de yirmibeş yılımı nasıl ve birden geriye sardığımı düşünüyordum. Galiba cevap sorudaki kelime seçimindeydi. Hatırlama gücüm test edilse, yakın yıllarda dolaşmaktan yanılmış olacaktım. Gençliğimin sokağına gitmek belki de aklıma hiç gelmezdi.
– Beni bir kalp doktoruna muayene ettirebilir misin
Benim bu hastanede çalıştığımı öğrendiğinde, vakit kaybetmemiş, hemen gelmiş. Anlatmaktan usandığında, haydi gidelim dedim.
Hastanemizin kardiyoloji şefi tüm şikayetlerini sabırla dinledi. Sonra ona, ağrılarının bir kalp hastalığı ile ilgili olmadığını, bir fizik tedavi uzmanına muayene olmasını tavsiye etti.
Artık orta yaşın ilk basamaklarına gelmiş o sokağımın çocuğunu uğurlarken, biliyordum ki doktorun tavsiyesine uymayacak. Çünkü o, kalbinin oralardan hasta olmaya hazırlanmıştı çoktan.
Masama döndüğümde, haftalık göstergeli uzun takvim yaprağına şöyle bir şeyler yazmıştım.
Anlatan, anlatanın anlattıkları, anlatanın anlattıklarından anladıklarımız yahut anlamamız gerekenler...
Nerden bilebilirdim benim evimde o akşam, çocuğumla, bir tv kanalına çıkmış bir anlatan dolayısıyla tartışmalar yaşayacağımı.
Mağdur sıfatını toplumca taşıttığımız biriydi, anlatan dediğim. 28 Şubat’ın bin yılı neredeyse dolmuştu, ama o anlatmalarını öyle bir sürdürüyordu ki, hesabı kapattırmaya niyetim yok der gibiydi. Çocuğumla birbirimize baktık. Benim, bu hâlâ ne diyor, manasını verdiğim bakışlarıma itiraz etti yavrum.
– Yok öyle! Git, sana zulmü yapanlardan hesap sor, deyip kurtulamazsınız. 28 Şubat’çılardan önce adamın hakkını vermelisiniz. Sizden hakkını istediğini niye anlamak istemiyor sunuz
Daha dün, bir Nasreddin Hoca fıkrası anlatarak anlayışının gelişmesine katkı sağlamaya çalıştığım çocuğuma ne olmuştu da bir günde, karşımda, ihtilallere gerekçe yazan hukuk profesörleri havasında konuşuvermişti.
Bu kadar çok kelimeye bir mana yükleyerek, birbiri peşi sıra sıralayıvermesine bir baba sevinmez mi Ben de sevindim işte. Hem de onu kaybedeyazacağımı hiç aklıma getirmeden.
– Dur yolcu! Sen ne diyorsun Bizden kim, ne istiyor
Güya ben, böyle ağır sorularla çocuğumu kontrolüme alacaktım. Ama o hiç oralı değildi. Hatta beni o tv kanalındaki anlatanın karşısına oturttu.
– Önce, dinlediğimiz bu mağdura bir kahraman adı verelim ve tartışmamızı o ad üstüne kuralım.
İtiraz etmedim. Tamam, senin dediğin olsun derken, için için seviniyordum da... Ben görmemiştim ama, bu aralar çok kitap okumuş olmalıydı.
– Boy boylasın, soy soylasın. Diyardan diyara dolaşsın. Adı İsfendiyar olsun. Neden dersen, hem ünlülük çağrıştırsın, hem de ola ki büyümeye müsait olsun.
Bence mahzuru yoktu. Söz senin dedim çocuğuma. Bir zamanlar ikinci şubede bana dediklerini tekrarladım. Konuş!
– Ne dedi İsfendiyar bey Sizin belediye başkanınızla karşılaştığında, Başkan ona demiş ki: Bayram töreni sırasında, senin en üst komutanınla bir levhayı tartışıyorken, benim bir subayım var, bu konuları iyi bilir dediğinde, ben de bizim İsfendiyar mı dedim, demiş. Üstelik komutanın bu tanıma üzerine niye renginin değiştiğini de anlamamış. İsfendiyar bey bunları dedi; sen de duydun, ben de duydum.
Sizin belediye başkanınız demesi, sen demesi çocuğumun, kaybolacağına işaretmiş. Anladığımdan değil, babalık içgüdüsüyle tutmuşum eteğinden.
– Bunları anlatması ne manaya geliyor İsfendiyar’ın bizim olması, zoruna mı gitmiş Belki de Büyük İsfendiyar’dan (Küçük İsfendiyar’ın biz sözünü etmeyiz) ayırmak için öyle demiştir bizim Başkan. Daha büyümesine çok var, diye düşündüğünden... (O günlerde o belediye başkanına biz de bizim başkan diyorduk.)
Zamane çocuklarındandır benim çocuğum da... Leb demeden, ne güzel anlamış leblebiyi...
- Bizim İsfendiyar denmesi terfisine engel olmuş, hatta ihraç gerekçesi bile yapmışlar. Şimdi sizden hakkını istiyor. Yani sizin yüzünüzden mağdur oldum, diyor.
Dedim ya çocuğumu eteğinden tuttum. İşte burada da hâlâ tutuyordum.
– Komutanın renginin değişmesine gelip dayanıyor bu iş. Yani diyor ki İsfendiyar bey, komutan o olaydan sonra...
– Evet, aynen öyle...
– Peki evladım, başa dönelim. O iki kişi konuşurlarken; tanımaz, umursamaz ve sahiplenmez olsaydı başkan, yani adını anmasaydı, ne olacaktı İsfendiyar bey yine mağdur olduğunu anlatacaktı.
Şaşırma sırası yavrumdaydı. Ne sanıyordu babasını Eteğini bırakmadan sürdürdüm.
– Başkan, onca tanışıklığımıza rağmen, beni bilmezden gelmiş. Komutan, bir ara senden bahsetmek istedim ama, tanımadılar der gibi baktı hep, beni her gördüğünde yüzüme. Haliylen bana, değer verilmeyen muamelesi yaptı, mağdur oldum, demeyeceğine o durumda İsfendiyar bey’in, inanabilir misin bir tanem
– Yani dedi çocuğum, yarı sevinçle... Anlatanın anlattıklarını değil, anlattıklarından anlatanı anlamaya çalışmalıyız.
Düşmeyeceğinden emindim artık. Eteğini bırakırken, kardiyoloji doktoru arkadaşımın yüzü geldi, yapıştı çocuğumun yüzüne...
–Aferin, sen galiba doktor olacaksın.
Onu mükafatlandırmalıydım. Benimle böyle tartışma yapması, az daha kazanıp, bizi borçlu çıkaracak gibi olsa da, sevindirdi beni. Mükafat dediğim, aynı malzemenin değişik işlenmesi olacaktı.
– Gel seninle, daha önceleri anlattığı ve bizi üzüntülere gark ettiği mağduriyetini de konuşalım. Madem ki uyanıyoruz!
İsfendiyar bey’in o anlatımından dolayı sadece suçlanmakla kalmamış, bir de korkmuş olmak sıfatı yapışayazmıştı üzerimize.
– Haydi, hatırlasana telefon meselesini...
Unutmak mümkün mü idi o acılı ve üzeri tereyağlı bir buçuk İsfendiyar anlatımını. Hani karakışa hazırlıksız yakalanır ya insan. Hani bir köşeye iki çeki odun atmak aklına gelmez ya... İşte öyle bir şey! Mikrofonda Erol Evgin.
– Bir arkadaşımı aradım, bir daha aramamamı söyledi.
Aman ne üzülmüştük. O arkadaş kimse, ne kadar kıymetli imiş dedik, yardım gücü. Belki de saklanmak istiyor, sandık.
– Evet, öyle sanmıştık, dedi çocuğum.
– Yanılmışız derken, aklımda mükafaat cümlem vardı.
– Her şeyi herkesten önce anlamış, çözmüş ve susmayı tercih etmiş olamaz mı
– Alet olmamak gibi mi
Mükafatım yerini bulmuştu, sevindim. Tartışmayı bağlamak onun hakkıydı.
– Dahası da olmalı bunun. Sen beni anladın, ben seni anlattım. Dakika bir, gol bir, değil mi babacağım
Sen diyordu, şimdi bu samimiyet...
Artık yorulmuştum. Git yat dedim çocuğuma. Bu maçın gollerini saymak bizim harcımız değil(di). Biraz daha konuşsaydı, kendimden şüphe edecektim zira. Acaba ben de mi doktor oldum
Önemli duyuru: Bu yazıyı ben, geçtiğimiz Pazar günü, Fatih Camii civarında bulduğum İbrahim Balcı’nın, Millî Gazete’nin 14. sayfasını okuyorduğunu görmem üzerine yazmadım sadece.
13. sayfayı okumuş da mı 14. sayfaya geçmişti. Doğrusu anlayamadım. Rüyalarımın ak sakallı dedesi halinin beni kışkırtması bir yana, yazı dediğin 14. sayfadaki gibi taze olmalıdır, demesini de hazmedemedim: 14. sayfayı yazanlar da arkadaşım dediklerimdendiler hem de... İş tazelik konusu olunca, ona, Beşiktaş çarşısındaki balıkçıya gelen eski saraylı kadını anlatırdım ama, kıyabilir miyim bilmem. Üstad A. Kadir Türker’in, İbrahim Balcı’ya iyi bak tembihi hâlâ kulaklarımdadır.
Kadın sorar balıkçıya; –Evladım, taze mi Balıkçı iddialı; – Canlı bunlar, canlı! İhtiyar kadın sorusunda ısrarlı; – Evladım, taze mi diye sordum Balıkçı da sattıklarına güveniyor; – Canlı dedik ya hanım abla! Kadıncağızda sabır bitti; – Evladım, sana taze mi diye soruyorum. Ben de canlıyım ama taze değilim!
Halbuki ben bu konuyu, daha doğrusu değerli dost Dr. İhsan Alperen’in şimdi söylediklerini (Millî Gazete - 30 Kasım 2014 - Anlayamadım, mağdur mu dediniz - 28 Şubat) 21 Şubat 2010 tarihinde Millî Gazete’de “Yaşlar yanarken ve yaşarken” başlığı altında yazmıştım. (necatituncer.com.-makaleler bölümü)
İbrahim Balcı gibi tazelik aramayanlar, umarım hatırlamışlardır.
SPOR OLSUN
Biz bize benzeriz
Trabzonspor’dan Vahid Hoca gitti. E. Yanal geldi. Hem de üçledi geldi, dörtledi geldi. Futbol medyamız böyle yazıyor.
Buradan şu netice mi çıkar
E. Yanal > Vahid Hoca.
Hayır, hayır, hayır!
Öyle olsaydı, TS başkanı dünya kupası sahalarından Vahid Hoca’yı getirmek için dolardan yollar yapmazdı Trabzon’a kadar. O da görüyordu E. Yanal’ın avare kaldığını, İstanbul kaldırımlarında.
Bizimkileri, içeridekileri kötü, küçük, az göstermek yazısı değildir bu. Kimse bu ülkenin futbol seyircilerini, gözü açılmadık sığırcık yavrusu sanılan patlıcanlar sınıfına sokmasın. Ki o seyirciler her hafta, resmi kanal TRT ekranlarından, herhangi bir hastanenin psikiyatri servisinin önünden geçseler dahi, ellerine yetersiz raporu tutuşturulacak yorum-yarım insanlarının, kendilerini tatmin seanslarını seyretmeye mecbur bırakılmalarına isyan etmiyor iseler de...
Bugün bir Avrupa takımı, herhangi Avrupa ülkesinin bir takımı, iki hocadan birine teklif götürmek zorunda kalsa, E. Yanal’ın kapısını çalabilirler ihtimalini aklına getirebilecek insan bulunur mu bu ülkede
Ama üç gol, dört gol ne olacak
Muhakkak bu tezin içinde bir izahı olacak.
Vahid Hoca taktik verdi, üç attılar!
Vahid Hoca rakibi çözdü, dört attılar!
Gazeteler böyle yazacaktılarsa, futbolcu adı nerede, burada
Bir de şimdi okuyun gazeteleri: Oscar attı, Victor attı... Cardozo, geldi yazo, yazo...
E. Yanal’da taktik, rakibi çözmek yok mu Daha hiç denemedi ama... Üçlük, dörtlük o rakipler zaten çözük gelmişlerdi.
Bu fark olduğu için Avrupa’dan yola çıkan transferciler, Bosna Hersek’ten aşağı inmiyorlar.
Bir farkı daha açıklayarak noktalayalım yazımızı.
Bir basın toplantısında şöyle dese Vahid Hoca: Ben daha önce çalıştığım kulüpte, bir kişi hariç herkesle anlaştım, iyi geçindim.
Böyle demez Vahid Hoca. Gittiği yerin insanlarını memnun etmenin gereğinin başka bir şey olduğunu bilir. Ama demiş olsaydı, karşısındaki gazeteciler onu, şu karşı soruyla yüzleşmeye davet ederlerdi.
– O bir kişi, size iş veren mi idi
Ne var bunda Böyle bir soruyla E. Yanal’da davet edilebilir, demesin kimse.
Bu ülkede gazeteciler davet edilirler.
Bir kulübü yemeğe davet edilirler.
Kupaları yemeğe davet edilirler.
Bazı oyuncuları yemeğe davet edilirler.
Üçlerin, dörtlerin, yedilerin, kırkların farkını bilmek gerek...
Kapalı uyuma! Aç gözünü...
“Sağır” gelenekcileri
Mesele ağaç değil, sen hala anlamadın mı
- Gezi
“Taksim’de ortalığı yıktınız da Yalova’ya neden ses çıkarmıyorsunuz...” diye sorulanlardan biri, bir AD magazincisi “Anlamadığınız şu...” başlığı atmış yazısına.
Anlamak, onlara mahsus... Terbiye eksikliklerini her fırsatta itiraf etmek de...
Kamuoyunun, sanatçıların, çevrecilerin haberi olsaymış...
Proje, günler öncesinden tartışılmaya başlansaymış...
Ağaç katliamını yapan CHP’li başkan (Nasıl olmuşsa bu kadarcık doğruluğu yazma erdemi varmış.) bu işi bir günde oldu bittiye getirmeseymiş... (Yangından mal kaçırma halleri mi bu Bu telaş niye )
Çadır kurarlarmış, nöbet tutarlarmış...
Haberleşme araçlarına ne oldu Tüm telefonları, bilgisayarları kavşakçı başkan toplamış mı yoksa
180 ağacı (azaltılan rakam) 10’u, 20’si, 30’u kesilirken, neden üç, beş, on kişi dahi bir araya gelemedi Haberi olmayanların haberi ancak kaç ağaç kesildiğinde olacaktı
CHP’li bir belediye başkanı böyle katliamları bir günde oldu bittiye getirerek yapabilir, izni değilse bu yazı AD kartelinin, onlara bu ülkenin bir çocuğu olarak şunu hatırlatma hakkımızı kullanırız.
Siz önce, patronunuz AD dahil, anlamadığınızın ve hâlâ anlamadığınızın ne olduğunu, velinimetiniz için geç olmadan öğrenmeye çalışın.
Yeşil yaprak altında üşüdüm amman!
Kılıçdaroğlu’nu savunuyor AD medyası. Yazabildikleri bizim sayfamızdan da tarihin kayıtlarında olsun diye aynen aldık buraya.
İlk cümle, “Yalova’da ağaçlarımız kesildi.”
Ay bu ne çaresizlik! Güçsüzlükten, kıpırdayacak hali olmayanlarla eşit durumda olmak, işte budur.
Sayı yok. Soma zeytinliklerinde tükettiler bütün rakamları. CHP icraatı, CHP ağaç katliamı bayramı bu. AD kartelcileri tepki üretmemenin yolunun Yalova’da sayı saymayı unutmaktan geçtiğini bilirler.
Doğa Hakları Başkanlıkları varmış CHP’nin. Ya bir de olmasaymış. Yalova Köprülü kavşakçısı da tanıyor mu onu Kılıçdaroğlu aklı değil, felaketi reklam anonsuyla kapatmaya çalışmak... AD kartelcileri vermiştir.
Gezi diyor Kılıçdaroğlu. Gezi düşünce aklına, doğal sinir ağları, doğal gaz damarları faaliyete geçiyor hemen. Alev çıkıyor ağzından. O da oradaymış. Halbuki, Meclis’te bulunsun diye seçilmemiş mi idi
Ve sonra...
Gezicilere hâlâ madalya dağıtmayı sürdürürken, onca cümlenin içinde bir kere adını anmadığı o adamını seçtirebilmek için yalvar yakar oldukları seçmenlere hakareti kapak oluyordu, kaymakamından sonra Köprülü kavşaklarıyla da ünlenecek o şehre...
“Asıl kıyameti koparanlar (yani Geziciler) İstanbul’da oturan gençlerdi. Kendi Kentlerine sahip çıkıyorlardı.”
Yalovalılarda o sahip çıkma kaabiliyetinden eser miktarda yok mu diyorsun, ey Kılıçdaroğlu Ağaç katliamcısını başkan diye seçmek, bu yetersizlikten kaynaklandı mı diyorsun
Yalova ölmüş de ağlayanı mı yok!
Söylediğin bu mu
Su uyumaz
Partisinin grup toplantısında, kadına şiddete hayır, nutuklarının en ateşlisini atan Bahçeli bey’e sorumuzdur:
Antalya’dan başörtüsüyle milletvekili seçilen partiniz üyesi kadına, partinizin, bilhassa inşaat işlerinden dolayı mahkeme kapılarına düşmüş milletvekillerince bir şiddet uygulandı mı, daha Ankara’ya girmeden Başörtüsü çekilip alındı mı başından mesela
Onun Meclis’te başörtüsüzlüğü - ki oradan ayrıldığında takıyordu - şiddet değil miydi
Su uyumaz, su unutmaz!
DİNLE DOSTUM
Evvel bir hayvanın üstünde idi,
Sanma sana şeref verir şu kostüm;
Önünde eğilip diz mi çökecek
Demiş olsan bile, “şu dağa küstüm!”
“Ben vazgeçilmezim!” diyenler ile,
Mezarlıklar dolu, bunu bil dostum;
Gurur kibir yalnız sana zararlı,
İki mısra ile uyarmak kastım!..
ÖFKEDEN ALLAH’A SIĞIN
Dinleyin evladım, sizler kardeşim bacım!
Zararla oturur mutlak öfkeyle kalkan;
Euzübillahi mineşşeytanirracim,
Bu sözü söylemek, mutlak öfkeye kalkan!..
Ekrem Şama