“Sendika, vakıf, dernek adı ne olursa olsun; bizzat üyelerinin maddî desteği ile ayakta durmadığı müddetçe sivil kalamaz. Bu ülkede vasfı olanların değil, vasıtası olanların gemisi yürüyor. Devlet kademelerine adam yerleştirmenin aracı ve siyasetin yedeği olmaktan çıkıp, gerçekten fikir ve hizmet üreterek toplumsal vicdanın sesi olabilen yapılar sivil olabilir. Sivil kalabilmenin yegâne şartı da maddî anlamda bağımsız olmak, siyasetten ve bürokrasiden medet ummamaktır. İşte o zaman siz, siz olacaksınız; milletin adamı olacaksınız.”

Bu satırlar Milat gazetesinden sevgili yazar dostumuz Ali Bal’a ait. Aslında bu şikâyet o kadar yaygın ki kimse seslendirme cesareti gösteremiyor. Bu tür problemler ya halının altına süpürülüyor ya da halının ortasında yatıp dururken görmezden geliniyor. “Sivil” kelimesinden ne anlaşılıyor acaba? İnsanın elinde ve yüzündeki sivilceler anlaşılmıyorsa şayet bağımsız, bağlantısız ve herhangi bir aidiyetin üniformasını taşımayan demek olduğunu herkes bilir. Sivil kavramı nedense son zamanlarda hızlı bir şekilde ya anlam kayması ya da anlam daralmasına uğramış durumda. Asker veya askerî olanın dışında yer alan anlamı daha çok gündemde tutuluyor. Halbuki üniforma sadece askere mahsus değildir, her örgütlenmiş formel yapının bir üniforması vardır.

HOŞ ÇAKAL

“Aslında günaydın ve selamünaleyküm’ü bile kavgaya bir bilinç krizi. İsteyen istediğini söylesin. Yeter ki gülümsesin, insanı görsün, onun gönlüne serinlik olsun. Ayrıca gençlerimiz artık hoşça kal, Allah’a ısmarladık gibi Türkçenin güzel ifadelerini kullanmıyorlar. Bay bay diyorlar. Anlamsız, ruhsuz, kokusuz ve naylon taklidi kelimeler. Kurban olsun hoşça kala!”

Star gazetesinden Prof. Dr. Ergün Yıldırım okumadan geçmediğim yazarlardan. Yaşanan zamanın sosyolojisini, modernite karşısında inanç insanlarının görünür görünmez savunma biçimlerini sınırlı köşe yazısı imkânları içerisinde ustalıkla dile getirip kendisini okutmayı başarıyor. Tanıdığım birçok insanı da tiryakisi kıldığını biliyorum. 16 Ağustos Çarşamba günkü köşesinde “Günaydın Selamünaleyküm’e Karşı” başlıklı yazısını görür görmez okumadan geçemedim. Yukarıda iki tırnak arasına aldığım paragraf yazarımızın ezcümle sadedinden satırlarıdır. Bir yazının sonu o yazının-yazarının niyeti demektir. Evet günümüz yazınında arabulucu satırlar diye bir şey var artık. Çünkü müteakip satırlar bir noktadan sonra birbirleriyle anlaşmazlığa düşüp daha ötesi kavgaya tutuşabiliyor. Vuzuh satırları veya arabulucu cümleleri diyebileceğimiz son satırlar meselenin sulha kavuşmuş şekli olmak gibi bir vazifeyi ifa ediyorlar. Günaydın ile selamünaleyküm’ü çatıştırmanın bir âlemi yok elbette. Somurtan selamünaleyküm mü gülen günaydın mı? Bunun cevabını Ergün Yıldırım versin: “Yeter ki gülümsesin, insanı görsün.”

Yeri gelmişken “hoşça kal” ve “Allah’a ısmarladık” şeklindeki ayrılış ifadelerine de değinmeden geçmeyelim. Merhum Prof. Dr. Ali Murat Daryal fakülte yıllarımızda Din Psikolojisi dersimize girerdi. Anlattığı her şey hâlâ bütün tazeliğiyle aklımdadır. Bir gün derste kelimelerin de bir ruhu olduğunu, bir medeniyeti ve inancı bünyelerinde taşıdıklarını söyledikten sonra ayrılış ifadeleri olan “Allah’a ısmarladık” ile “Hoşça kal” arasındaki ses, tını, anlam ve çağrışım boyutunu anlatıp sözü şöyle başlamıştı: “Allah’a ısmarladık” ifadesinden birileri niçin rahatsız biliyor musunuz arkadaşlar, siz her ayrılış vaktinde “Allah” ile sözü bağlıyorsunuz da ondan! Bunun tesirini kırmak için “Hoşça kal “diye bir ifadeyi ikame etmişler. Söylerken niyetiniz ne olursa olsun tınısı ve vurgusu ile dilinizdeki bu kelime bir müddet sonra “Hoş çakal” haline gelir ve siz bunun farkına bile varmazsınız.” Öyle ise bilvesile bu yaklaşımı sevgili dostumuz Ergün Yıldırım’a selam niyetine göndermiş olayım.