Şehir ile ilgili konuşmanın en riskli yönlerinden biri de geçmişin şekli şartlarının günümüze doğrudan aktarılmasıdır. Meselenin bir yönü ile nostaljiye yani geçmişe ait olana karşı özleme dönüşmesidir. Çağın çıkmazlarına, depresif tutumlarına, acımasızlıklarına, tahammülsüzlüklerine, barbarlıklarına karşı bir sıkışmışlık ve kaçış rotası olarak romantizme kayılmasıdır. Bundan dolayıdır ki insanlara gerçek bir umut aşılayabilmek ve şehri olması gereken ulvi noktaya çıkarabilmek için şehir konusunda ivedi ile bir içtihada ihtiyaç var.

Neden böyle bir konuyu dile getirme ihtiyacı doğdu. Çünkü içinde yaşadığımız çağ büyük bir kuşatma ile insanı öyle bir sermaye odağı haline getirdi ki hızla kendimizden, değerlerimizden, şehirlerimizden uzaklaşmaya hatta onları bir çırpıda yok etmeye başladık. Bunun için hem marazı aşikâr olmuş mevcut sistem içinde mücadele etmek, manevra alanı açmak, zinde kalmak hem de özü koruyarak maslahat gözetmek kaçınılmaz olarak karşımızda durmaktadır.

Köleliği kanıksamış kafalar gibi her şeyin bir makine gibi tıkır tıkır işlediğini düşünmek ürpertiyor. Sanayi devriminin ritüellerine ve kapitalizmin âli menfaatlerine(!) uygun kentler inşa ettiğimizi farkında mıyız? Her ne kadar ülkemizde bu konuda bir travma hakimse de dünya, sermayeyi ve rantı merkeze alan bir trajedi ile karşı karşıya. Bütün insanlık, bir pazar/lama mantalitesi ile şehirlere olanca yabancılaşmakta ve durduğu yerden kentsel dönüşüme, bir zihniyet olarak kente maruz kalmakta.

Bu kadar nüfus nereye sığacakmış! (Kaldırım taşlarını konuşmuyoruz.) Bir şehir kurmaktan bahsediyoruz. Birkaç yıllık plan veya seçimden değil, yüzyıllık bir bakış açısından dem vuruyoruz. Bir medeniyetten, değerler manzumesinden kayda geçiyoruz. Hayatta kalmaktan değil, yaşamaktan; doymaktan değil, lezzet almaktan; görmekten değil, temaşa etmekten; tanzim satıştan değil, hakiki nizamdan; bekadan değil, bakiden söz ediyoruz.

Şehrin itibarı için kaçınılmaz olarak içtihada ihtiyaç var. Ölçeklendirmeden planlamaya, siyasetten hukuka, yapı malzemesinden tezyinata, görsel dokudan insan dokusuna, şümulünden edebe ve düzen ahlakına bir gayrete, bir yoruma, bir Ömer’e gerek var. Ancak zihnimizin, gönlümüzün, inancımızın, tarihi müktesebatı ile kültürümüzün üzerine çökmüş olan kirlilikten kurtulmaya yeltelenmeli. Önce içinde olduğumuz buhranı, hastalığı farkına varmalı.

Bir rüya olarak sunulan Amerika’nın “mekanik toplum modeli” bu tasavvurun en şiddetli yaşandığı yerdir. Sermaye çevrelerine katkı sunulduğu, kanunlara sıkı sıkıya uyulduğu müddetçe hayatta kalmanın imkânları geniş. Ancak sistemin yavaşlamaya dahi tahammülü yok. Makine kültüründen olsa gerek “güçsüzlüğe” şans tanımaz. İnsanı hunharca dışına atar. Temel ihtiyaçlarından mahrum eder, evsiz bırakır, cezalandırır, öteler, bir makine gibi öğütür. Dünyaya uyguladıkları tazyik de bundan gayrisi değil. Bir Amerikan kâbusu…

Kültürel devamlılığımızı sağlamak için bir şehir içtihadına ihtiyaç var. İnsanları apartmanlarda yaşamaya mahkûm eden teknokrasinin ve onun etrafında öbekleşen bina ve arsa spekülatörlerinin prangalarından kurtulmaya gerek var. Neden? Çünkü mevcut kentleşme doktrini insanı küresel sermayenin taşeronu, kültür taşıyıcısı haline getiriyor. Modası, zevkleri, teknoloji tüketimi, beklentileri gibi yaşam formları ile insanı kendine hapsediyor. Tek tipleştiriyor. Farklılıklarla yaşamak şöyle dursun ötekini görmeye bile tahammül edemiyor. İnsanı farklılaştıran her türlü haysiyetin varoluş imkânını elinden alıyor.

İnancın sıhhati için bir şehir içtihadına ihtiyaç var. Max Weber’in çözümlediği kapitalizmin ruhunu canlı tutan “Protestan Ahlakı” aslında dünya toplumları için büyük bir çıkmazı tasvir ediyor. İktisat, itibar ve iktidar üçgenine sıkışmış “sözüm ona” dindar bilinç, ahireti bir hesap günü olarak değil, mistik bir teoloji olarak görüyor. Tövbeye o kadar odaklanılmış ki günahın bilinci ıskalanmış durumda. Ölmeye o kadar odaklanılmış ki yaşamın bilinci ıskalanmış durumda. Geçiciliğe o kadar odaklanılmış ki imar etmenin filhakika “şehir kurmanın” bilinci ıskalanmış durumda.

Her hali ile insanda kalmak için bir şehir içtihadına ihtiyaç var. İnsanı insanda tanımaya, insanı şehirde aramaya gerek var. Bazen meydanda bazen de mezarda. İnsanı insanca görmenin lüzumu var. Kentlerin üzerini buladığı aşkı, felsefeyi, hikmeti, merhameti, görgüyü, geleneği velhasıl müşerrefliği bulmanın zarureti var. Kendimize geldiğimizde kendimizi bulmak için bir şehir içtihadına ihtiyaç var.