Gerçekte de bazı dindar sultanlar hariç, sultanlar kendi yönetim ve saltanatlarını ilgilendiren konularda alimlere ve din adamlarına konuşma fırsatı dahi vermemiş ve yetkilerini paylaşmaya yanaşmamışlardır. Ama yine de onların temel zihniyeti tabi ki dinin çevirdiği sınırlardı. Yani din dışlanmıyor, fakat iktidar da paylaşılmıyordu. Eğer bu hükümdarların yönetimi İslami mi Değil mi Diye değerlendirirsek, genel anlamda İslam hükümleri icra olunduğundan İslami kabul etmemiz gerekmektedir. Sorun, uygulamada ve işin idealizminde

Daha sonraki dönemlerde Ehli Sünnet alimleri yöneticinin göreve gelmesinin teorik zemininin seçim olduğunu belirtmişlerdir. Peki kim onları seçecek. Bu seçimi yapacak kişiler de “Ehlul hal vel akd veya ehlus salah vel ilim” dir. Yani bir anlamda seçkinler zümresi yapacaktır. Bu bir anlamda Eflatun’un devletinde açıkladığı filozofların hakimiyetine benzemektedir. Daha sonra Cüveyni imamet için icma şartını aramış, Bakıllani ise imamın fetva verecek çapta olan müçtehit bir kişi olacağını belirtmiştir. Fakat bunların pratikte uygulanabilirliği bulunmamaktadır. Sünni düşünce tarihinde bu konular çok tartışılmış, imamet ve yönetim konusunda tek bir düşünce değil, bir çok farklı görüş ortaya çıkmış, Sünni ideolojide bir esneklik doğmuştur.

Zamanla alimlerle yöneticilerin arası açılmış, yöneticiler siyasi alanda kendilerine hiçbir şerik kabul etmeyince ehli sünnet alimleri bütün güçlerini halkın sorunlarını çözmeye, fıkıh, hadis ve diğer ilimlere vermişlerdir. Bir anlamda laikliğin ilk nüvesi görülmeye başlanmıştır. Fakat buna rağmen yöneticiler, alimleri başvuruda bulunacak ve gerektiğinde yardımlarını alacak bir yedek güç gibi görmüşlerdir. Alimlerin yöneticilerle ilişkileri, genelde ehli sünnetin muhalefet biçimini etkileyen tarafsızlar ekolunun büyük Sahabisi Sad b. Ebi Vakkas’ın şu davranışında kendisini göstermektedir. Oğulları sultanlara gitmesi için onu teşvik edince şu cevabı verir: “Evlatlarım! Bir topluluğun etrafını çevrelediği bir leşe mi gideyim Yemin olsun ki, elimden gelirse bu meclislere asla katılmayacağım!” oğulları yoksulluk ve açlıktan korktuklarını söyleyince, şöyle dedi: “Evlatlarım! Zayıf bir mümin olarak ölmem, şişman bir münafık olarak ölmemden daha iyidir.” Hasan Basri’nin Ömer b. Abdülaziz’e verdiği cevapta da aynı tavır gizlidir. O, şöyle cevap vermiştir: “Din ehli, seni istemiyor. Dünya ehlini ise, sen istemiyorsun. Sana eşrafı tavsiye ederim. Çünkü onlar, şereflerini hıyanetle kirletmekten korurlar.” Sad b. Müsyyeb ise şöyle demiştir: “Alimin, emirin meclisine gittiğini görürseniz, ondan sakının. Çünkü o bir hırsızdır”

Bu tavır, zamanla dünyevi makamları hor görme ve hatta bir kirlenme olarak algılamaya kadar varmıştır. Alimler, gittikçe yönetimden kopmaya ve halka yakınlaşmaya başladılar. Fakat, zamanla alimlerin tartıştıkları konular, ağır konular olmaya ve halkın anlama eşiğini aştığından, alimler de halktan koparak entelektüel bir topluluk haline geldiler. Alimlerin boş bıraktığı bu alanı tarikatlar ve tasavvuf ehli doldurmaya başladı. İlk mutasavvıfların alim kökenli olması, hareketin alimlerce fazla dışlanmamasına neden oldu.

Raşit Halifeler yönetimi; Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle son buldu. Bu son oluşun yankıları çok büyük olmuştur. Emevilerin yönetiminin son bulmasının nedenlerinden birisi de bu sonuç olmuştur. Bir çok kişi;  Dört Halife’nin siyasetini saptıran Emeviler’e karşı çıktılar. Bu şahıslar, İslam aleminde saygın bir yeri olan kişilerdi. Bunlar, bir çok büyük esere sahip İslam alimleriydiler. Onlar, Raşit halifelerin yönetim anlayışlarının Emevilerin siyaseti sonucu yok olduğunu gördüler. Emevilere karşı durdular. Sadece Şam ulemaları Emeviler’i desteklediler. Fakat Hicaz’da, Irak’da, İran’da ve Mısır’daki alimler genel olarak Emevilere karşıydılar. Bunların bu düşmanlığı öyle kolay bir şey değildi. Onlar, çoğu zaman Emeviler’e karşı çıkan kişilerin yanında da durmuşlardı. Bu ulemalar, Emevilere olan düşmanlıkları nedeniyle Alevilerin yanında da gerçek manada durdular. Gerçi Şia halifeliğin sadece Alevilerin bir hakkı olduğunu söylemesine  ve Ehli Sünnet mezhebi, halifeliğin Alevilerin hakkı olduğunu kabul etmemesine rağmen onları desteklemektedirler. Özellikle ehli sünnetin güçlü imamı Ebu Hanife, İmam-ı Zeyd’i ve Muhammed Nefsüzzekiye’yi el altından desteklemiştir.

Sonuç Olarak,

İslam geleneğinde bir muhalefet anlayışı var. Fakat maalesef kurumsallaşmış ve güçlendirilmiş değildir. Bunun temel nedeni de iktidarların bunu baskı altına almış olmalarıdır. Hatta günümüzde bile gerçek anlamda kurumsallaşmış bir muhalefet geleneği ülkemizde bulunmamaktadır. Muhalefetimiz bile, muhalefetini icra etmek için meşruiyetini halk dışında aramakta, ordu, sermaye, eğitim ve dışarıdan destek yolarına baş vurmaktadır. Muhalefetimizin eline fırsat geçtiğinde rakiplerini birer siyasi hasım gibi boğazlamaktadırlar. Menderesin idamı buna en çarpıcı örnektir. Ayrıca, iktidara karşı meşru mücadele yerine gayrı meşru yollara baş vurmaktadırlar. Buna 28 Şubat’ı örnek gösterebiliriz.

Halbuki İslami gelenekte Peygamberin çizmiş olduğu muhalefet referansımız bulunmaktadır. “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin. Buna gücünüz yetmese dilinizle karşı çıkın. Buna da gücünüz yetmese kalbinizle buğz edin” Yani muhalefet için dini meşruiyetimiz de bulunmaktadır. Ayrıca, muhalefetimizin amacı da çok net çizilmiştir. Yani “iyiliği emretme, kötülüklerden sakındırma” şeklinde formalize edilmiştir.

Kaynaklar

İslamda siyasal düşüncenin doğuşu. İbrahim Halil Er

İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,Dr. Nevin A. Mustafa,

Arap İslam siyasal aklı, Muhammed Abid el-Cabiri

İmamet teorisi etrafından ehli sünnet ve şiaya göre hadis, Abdullah Ünalan

İslamda siyasal düşünce tarihi, M. Ziyauddin Rayyıs

İslam Düşüncesinin ilahi yönü, Muhammed el-Behiy