Bir şeyi geniş yığınlara tanıtmak, beğendirmek ve böylece o şeyin daha çok istenmesini; alınmasını, satılmasını sağlamak için söz, yazı, resim, film ve benzeri araçlarla yapılan her türlü tanıtma çabasına reklam denir. Tarifteki ‘geniş yığınlar’ ibaresine hiç takılmadan derhal yasaklı olan ve bizlere elan yönetici kifayetindeki baskıcı zihniyeti ibraz eden wikipedia’ya göre reklam, “insanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne hizmete, fikir ve kuruluşa çekmeye çalışmak, onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak amacıyla oluşturulan; iletişim araçlarından yer ya da süre satın almak yoluyla sergilenen ya da başka biçimlerde çoğaltılıp dağıtılan ve bir ücret karşılığı oluşturulduğu belli olan (diğer bir deyimle parasal destek sağlayan kişi ya da kuruluşların kimliği açık olan) duyuru” olarak tarif edilmiş. Tarihi M.Ö. 3000’li yıllara, eski Mısır’a dayandığı rivayet edilen reklamcılığın bugünkü bildiğimiz haliyle 1920’li yıllarda var olmaya başladığı söylenebilir. Reklamcılık bugün olağan kabul edilen haliyle salt pazarlama ilkelerine dayanır ve esasen bu ilkeler bütünü, ilkelerin uygulanım alanı olarak değil, bir ürünün nasıl satılabileceğine dair ayak oyunları yürütmekten ibarettir. Bir şeyin insanlar tarafından ihtiyaç kabul edilip talep görmesinden çok hiç lüzumu olmayanın bin türlü dalavereyle ihtiyaç kabul ettirilip pazarlanabilmesine hizmet eder.

Günümüzde reklam görkemli bir iş alanı haline gelmiştir. Birçok insan reklamcılıktan ekmek yer. Reklamcılıkla uğraşan emekçilerin işlevi, daha evvel kullanmadığı, tanımadığı bir malı yaldızlayıp, süsleyip ona müşteri bulma ve bulduğu müşterinin ihtiyacını, alım gücünü ve şartlarını düşünmeksizin malın satılmasını sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında reklam işlerinde genel olarak ruhsuzluk hakimdir yargısına ulaşılabilir. Zira bir reklam ürünü için hedef, malın tanınırlığı, bilinirliği değil; mal ile karşılaşan kişilerin cebindeki paradır. Onların savına göre kimse sergilenen bir mala rağbet etmek zorunda değildir, ihtiyacı olmayan şeyi niye edinsindir. Ama görsel, işitsel, yazınsal her türlü imkanı kullanarak insanların duygularını iğfal eden de reklamcılardır. Bunu periyotlara uygun olarak ve insanların duyargalarını dikkate alarak yaparlar. Mesela hep aynı platformda, sürekli olarak aynı ürün vurgulanmaz. Mütemadiyen aynı ürünün sergilenmesi her biri potansiyel müşteri kabul edilen insanlarda bıkkınlığa, tiksintiye yol açabilir. Bir ürün aynı paketlerle, aynı ifadelerle ve sürekli olarak vurgulanıyorsa insanların onda bulabilecekleri yeni, farklı, artı bir değer yoktur. Bu durum bir nevi hep aynı yemeğin yenmek istenmemesi, aynı elbisenin sürekli giyilmemesi gibidir. Dolayısıyla reklam standartları, vurgu dozu, kişiler, kurumlar, ürünler, reklamcılar tarafından zaman ve ulaşılacak kitle dikkate alınarak belirlenir. Alıcının bıkma ihtimali böylece ortadan kaldırılmış olur. Sonra unutulmasına fırsat vermeden yeniden vurgulanır. Ne alışmak, ne unutmak mümkündür.

Resmi, gayrı resmi bayram tatilleri de dahil üçyüzaltmışbeş gün, farklı bir ifadeyle Allah’ın her günü en etkili reklam araçlarından biri olan televizyonlarda; artık etkisini ağır ağır yitiren, daha az etkili olduğu bilinen ve genellikle belirli bir kitleye hitap eden gazetelerde; uygunluğuna, uygunsuzluğuna bakılmaksızın bütün boş arazilere dikilen devasa billboardlarda; metrobüs, metro, tramvay, otobüs duraklarının cam kaplama reklam panolarında; aydınlatma direklerinin yarı belinde ve daha sayılamayacak kadar çok yerde, yüzeyde, zeminde bir tek insanın fotoğrafını görmek; tanıtım, reklam, sunum olmanın çok ötesinde bir dikte, dayatma, baskı aracı olsa gerektir. Hiç kimse yeterli maddi imkana sahip diye, babasından kendisine yüklü bir miras kaldı diye; çok çalıştı, fena halde kazandı ve yemeyip, içmeyip biriktirdi diye fotoğraflarını olur olmaz her yere astırmaz. Bunun reklam ve reklamcılığın değil ilkeleriyle; ilkesiz, bulaşık, ahlaksız tarafıyla bile alakası yoktur. Alabildiğine gördüksüzlük olarak tanımlanabilir. Kişi tarafından yararı söz konusu edilemez. Aksine aynı yüzü görmekten, aynı sesi, aynı sözleri duymaktan, aynı hakaretlerin muhatabı olmaktan aklı hala yerini koruyabilen her insan bir müddet sonra tiksinecektir. Elbette bıkma ve tiksinebilme dürtülerini de kaybetmemişse yahut dayatılıp kendisine zorla kaybettirilmemişse… Aynı yüzün gösterilmesi bilhassa gösteren tarafta megaloman bir tahakkümün neticesi olarak tezahür ettiği gibi gören tarafta da bir baskının, kıstırılmışlığın, kısıtlanmışlığın yer etmesini sağlar. Bir insan her yerde, her şeyde aynı yüzü görmekten, aynı zırvaları dinlemekten rahatsız olmuyorsa rahatsızlık ruhuna sirayet etmiştir. Sürekli dayatılan şeyi görmek suretiyle mutlu olabilen için de aynı şey söylenebilir, ruhsal rahatsızlık içindedir. Televizyon için ‘rahatsız oluyorsan kapat’ önerisi son derece doğrudur. Kanal değiştirmek önerilse bir geçerliliği olmazdı, zira bütün kanallar aynı reklam ürününü göstermekte, aynı kişinin gogygoyunu yapmakta, tekdüze laflarını ya da çoğu zaman bağırışlarını duyurmaktadır. Öyle ise televizyon, radyo gibi reklam araçları kapatılmalı, yani izlenip dinlenmemeli, gazeteler okunmamalıdır! Ya sokaklar? İnsanlar, gözlerini kapatarak yürümeli yahut da algılarının bütün seçiciliğini es geçip görmezden gelmelidir. Bu görmezden gelme bağlamından kopmamalı, sanki bir imkanmış gibi kendisine sunulan seçme hususunda da kullanmalıdır. Nihayet insan görmek istemediği şeyi, lüzumsuz reklam ürünlerini değiştirmelidir.