Son zamanlarda kültürel iktidar diye bir mesele türetildi. Türetildi diyorum çünkü bu tabii bir ihtiyaca matuf bir şey değil. Her mecliste, konuşmada “her şey tamam da kültürel iktidar bizde değil” diye yakınan insanların üzerinde durdukları şey acaba sadece estetik ve sanat mevzuunda yaşanan eksiklikler mi yoksa “orayı da ele geçirirsek var ya” psikozu mu? Bu konuda derin şüpheler besleyen biri olarak bizim neden kültürel iktidarımız yok sızlanmalarına asla iyi gözle bakmadığımı ifade etmeliyim başta.
Kültür ve sanata yüklediğimiz anlam ne yazık ki öze dönük bir mahiyet arz etmiyor. Görünür olmanın, bu işlerin piyasasında var olma kaygısının bizi sürüklediği bir doyumsuzluk hissi dikkatimi çekiyor kaç zamandır. “Kültür, medeniyet, değerlerimiz vb.” gibi mefhumlar etrafında biriken nutuklar, tekrarlar içinde bulunduğumuz bu yoksunluğun daha da dibine götürüyor bizi. Öncelikle günlük hayatın içerisinde, insanî münasebetlerde, yapıp ettiklerimizde, iş ahlakında merkeze almamız gereken nezaket, letafet, zarafet ne yazık ki retorik ve yoksunluk hissiyle karışık bir şekilde doymak bilmez bir iktidar iştihasına mevzu ediliyor.
Dilde olan kalpte ve amelde olmadığı vakit anlamsızlık kaçınılmaz hale gelir. Bu açıdan bakıldığında “bizim neden arabamız yok baba” diyen bir çocukla “bizim neden kültürel iktidarımız yok” diyen koca koca adamların arasında ne fark var Allah aşkına? İçerisinde gizliden mülkiyet hissini de barındıran bu yaklaşım sözüm ona çözümlerini de hep kötü bir alternatifçilikte buluyor. Zihinsel olarak düştüğü yanlışı aceleci ve acemice ortaya konulan işlerde tekrar ediyor. Tabiilikten uzak, bir şeyler yapıyormuş gibi görünmenin basitliği içinde geçirilen vakitler, harcanan kaynakların haddi hesabı yok. Ya tarihten abartılı telmihlere ya da geleceğe matuf ütopyacı yaklaşımlara kurban edilen kültür ve sanat meseleleri yaşanan zamana katkı sağlamaktan, derde deva olmaktan çok uzak. Edebiyattan müziğe, resimden sinemaya modern sanatlarla henüz Tanzimat dönemi sanatçılarından yüksek bir seviyede bir münasebet kurmuş değiliz. Bu münasebetsizliğe siyasî reflekslerin basitleştiriciliği de eklenince yüzüne bakılmaz bir tablo ortaya çıkıyor.
Universal olanın yerel olan ile savaşı arasında özgün bir form üretme kabiliyetinden uzak oluşumuz, kültür ve sanat meselesinin “soft-power” düzeyinde itibar görmesi, elbette ki bu kavramların siyasal bir içeriğe hapsolmasına sebep oluyor. Salt, suya sabuna dokunmayan bir estetikçilik değil savunduğum şey ancak yekten işlevsellik ve çok yönlü faydacılığın da kültür ve sanatın itibarını zedelediğini düşünüyorum.
Teselli veren şu ki kendisine eksiği ile fazlasıyla bir mecra bulmuş az sayıda sanatçının kültürel iktidar yoksunluğu içinde olmadıklarını, kültür ve sanatın bir iktidar meselesi olmadığının bilinciyle hareket ettiklerini görüyorum. Marifete iltifat beklemenin meşruluğu ile zorla kendini göstermenin aymazlığı arasındaki farkı bilen büyük adamlar bunlar. Öte tarafta ise özellikle siyasal iktidara bir şekilde ürettikleri nitelikli eserlerle yol göstermesi gerekenlerin taklacılık oynamaya başlaması ise çok üzücü. Çünkü sanatı güzel kılan onun her türlü iktidarla mesafesini korumasıdır. Ancak mesafeyi koruyanlar baktıkları resmi bütünüyle görebilir ve yol gösterebilirler. Bunun ilim konusunda da böyle olduğu herkesin malumudur. Kültür ve sanatın eşyaya dokunan bir tarafı vardır ancak metalaştırılmaya hiç ama hiç gelmeyeceğini söylemek lazım. İktidarla kültür ve sanatı kendisine perde ederek bir çatışma üretmek ne kadar lüzumsuzluk ise kültürü ve sanatı iktidarla tanımlamak da o kadar lüzumsuzluğa karşılık gelir.
Sanat, her şeydeki güzelliği arama ya da her şeye bir güzellik katma meselesidir. Bu konuda neredeyiz ona bakalım? Dokunduğumuz şeyler güzelleşiyor mu yahut elimizi neye atsak kurutuyor muyuz? Sanat, insanın ve dolayısıyla toplumun inşasını temin eden bir hayat kaynağıdır. Bu kaynağı kurutmamak, bereketini kaçırmamak doymak bilmeyen iktidar açlığının ya da onulmaz bir iktidarsızlığın bir şekilde tedavi edilmesi ile mümkün.