Kapıdaki bay ve bayan genç polislerin kontrolünden rahatça geçtik. Kimse birbirine husumet duygusuyla bakmıyordu. Polis görevini yapıyordu, vatandaş da kendi güvenliğini sağlayan polise yardımcı oluyordu. Yakın geçmişte ne “kötü günler” yaşattılar bu memleketin masum insanlarına! Normallikler anormal, anormallikler de normalmiş gibi yutturulmaya çalışıldı yıllarca!
Bugün (14 Nisan 2013) birçok insanın farkında bile olmadığı müthiş bir heyecanı ve stresi yaşıyoruz. TUS sınavı vesilesiyle anne ve babalar olarak bir üniversitenin kampüsünde / yerleşkesinde bekleşiyoruz. İçeride ise, genç doktorlar “uzmanlık” için, geleceklerini belirleyecek sınavın gerginliği içinde “normal ötesi” sorulara “doğru” cevap bulmaya çalışıyorlar!
İnanmayacaksınız belki ama “normalleşmiş gibi bir süreç”te olduğumuz vehmi dolayısıyla, her şeyin tabii seyrinde gittiğini ve herkesin istediği gibi, “istediği kıyafet”le üniversite kapısından içeri girdiğine şahit oldum.
Rüya mı gerçek mi Anlamakta güçlük çekiyorum. Fakat hâlâ insanların içinde bir korku var! Acaba tekrar hortlar mı millete rağmen yapılan dayatmalar diye! Her ne hikmetse her şeyin odağında hep “kadın” var. Aman yâ rabbim! Bu milletin kadınlarının kıyafeti birilerini ne kadar mı korkuturmuş böyle!
Gözlerime inanamıyorum! Evlâtlarıyla birlikte gelen anneler ve yanlarında kızları çok doğal bir vaziyette istedikleri gibi hareket edebiliyorlardı. Bundan tabii ne olabilir ki diyebilirsiniz! Ama dün bunlar tabii görülmüyordu! “Hâfıza-i beşer nisyan ile mâluldür” diye boşuna dememişler! Her şeyi ne de çabuk unutuyoruz.
Ergenlik çağını çoktan aşmış, “yasal olarak mümeyyiz kabul edilen genç kızlar”ın kendi zevk ve tercihlerine göre giydikleri kıyafetleriyle okumak isteyip de, kazandıkları okula kayıt yaptıramadıkları günleri hatırımızdan çıkarmayalım! Sınav veya kayıt için evlâdını üniversiteye götürdüğünde, kıyafeti dolayısıyla kapıdan içeri sokulmayan anneleri, sakallı baba ve dedeleri unutmayalım!
Ben unutmadım. Bu hadiselerin travmalarını hâlâ iliklerimde hissediyor ve yaşıyorum. Müsebbiplerini asla affetmiyorum, beter olsunlar diyorum. İstiklâl Marşı’nda felsefesini bulan bu milletin insanlarının bunları hak etmediğine inanıyorum. Milletimin, her zaman olduğu gibi iyi niyetinin kurbanı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu millet herkesi kendisi gibi düşünüyor!
Millet kendini hiçbir zaman zulmün yanında görmediği için böyle bir zulmü, bu toprakların ekmeğini yemiş insanların yapabileceğine inanmıyor / inanmıyordu! Fakat bütün bunları bizzat gördü ve yaşadı. Aklı başına geldi mi bilmiyorum. Fakat her şeyin çok çabuk unutulduğuna şahit oluyoruz.
Yıllar önceydi, İstanbul’un en eski ve büyük üniversitesinde yine böyle bir zulme bizzat tanık olmuştum. Öğrenciye, ne hakları varsa kayıt sırasında “hangi dershane”ye gittiğine varıncaya kadar sorular sorup kayıt altına alıyorlardı. Göz göre göre öğrencileri daha okul girişinde “fişliyorlar”dı. “Kıyafet” ise zaten en büyük zulme maruz kalmanın bir göstergesiydi.
Bugün İstanbul’un ikinci büyük üniversitenin kapısından başörtülü kızlar sınava, anneleri de başörtülü olarak üniversite kapısından içeri giriyordu ve kıyamet kopmuyordu. İrtica hortlamıyordu. Şeriat devrimi yapılmıyordu. Hatta kampüste ve okul kantininde annelerin ellerinde Kur’an-ı Kerim vardı ve okuyorlardı, evet okuyorlardı; sınava giren evlâtları için dua ediyorlardı.
Evlâdı, sınavdan önce “fiilî dua”sını yapmış, anne de rabbinden evlâdının başarısı için yine rabbinin kelâmına sarılıp, ona zihin açıklığı için “kavlî dua”sını yapıyordu. Dedikodu etmiyordu, hükümet kurup hükümet yıkmak için “yandaşları”yla planlar yapmıyordu. Herhangi bir şeyin pazarlığına da girişmiyorlardı. Sadece ve sadece dua ediyordu.
Kantinde başkaları da vardı, onlar da yanlarında getirdikleri gazetelerini okuyorlardı. Daha başkaları da vardı, onlar da “edepli” bir şekilde kimseyi rahatsız etmeden sohbet ediyorlardı. Hâsılı kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. Herkes halinden memnundu.
Eğer milletin işine karışmasaydılar “zulüm dönemleri”nde de olacak olan bundan farklı değildi. Fakat birileri işte milleti öylesine rahatsız etti ki kin ve nefret saçtılar her yana! Kokuttular ortalığı! Milletin uzlaşısını hazmedemediler, milletin Kur’an okumasını istemediler, yine on yıllar öncesinde yapıldığı gibi! Oysa “irtica”yı kendileri hortlatıyordu on yılda bir!
Âh talihi kara milletim! Senin düşmanın dışarıda olmadı hiçbir zaman, senin düşmanın hep içerideydi. Fitne içerideydi, fesat içerideydi, bozgunculuk içerideydi. Bunları kendi toplumunun bireylerine yakıştıramadığın için, birlikte yaşadığın insanların böyle şeyleri yapabileceklerini aklına bile getirmiyordun!
Fakat millet yanıldı! Milletin bu yanılma lüksü, kendine ve evlâtlarına çok pahalıya mal oldu. Binlerce gencin daha hayatının baharında solmasına ve ziyan olmasına sebep oldu. Onların gönül ve ruh dünyaları tahrip edildi; zihin ve kalplerinde büyük rahneler açıldı. Onların âhları göğe yükseldi ve bütün semayı kapladı ve rabbimin gücüne gitti olup bitenler!
Bugün anneler, babalar, “çok mu çok zor” bir tıp tahsilinin ardından, evlâtlarının tâbi tutuldukları tıp tahsilinden “daha da zor olan uzmanlık sınavı”nda, üniversite kampüsünde, banklarda, üniversite kantininde evlâtlarının başarısı için Kur’an okuyup dua ettiler. Bu millet işte bu! Her nerede olursa olsun kitabını okuyor, onu her daim kendine kılavuz biliyor. Kitapsızlığın ne demek olduğunu bildiği ve gördüğü için kitabını elinden hiç düşürmüyor!
Milletler ailesi içinde her milletin bir misyonu vardır. Bu millet annesinden, babasından, dedesinden ve onların inandığı değerlerden mahrum bırakılamaz; o zaman “millet” olunmaz. Zaten mahrum bırakmanın büyük bir zulüm olduğu görüldü! İnşallah!