Bazıları bunca olayın ardından eylemcilere, Tadında
bırakma çağrısı yapıyorlar. Olayları yatıştırmak için kullanılacak dil elbette
önemlidir ve herkesin yatıştırıcı bir dil kullanması gerekir. İlk bakışta
eylemcilere, İşi tadında bırakın çağrısı doğru bir yaklaşım gibi görünüyor.
Ancak, medyaya yansıyan haberlere bakıldığında olaylarda 3 kişi hayatını
kaybetmiş, 4 binden fazla insan yaralanmış, 280 işyeri 362 araç tahrip edilmiş.
Yani hâlâ olayların tadında bırakılmasını söylemenin anlamı yok. Olayların tadı
baştan kaçmıştı. Böylesine bir tahribatın ve çatışmaların ardından hâlâ, İşi
tadında bırakın çağrısı yapmak birilerinin bunca üzücü olayda hâlâ tatlı bir
yan görebiliyor olmasıdır.
Bu arada bazı hususları da hatırlatmak istiyorum. Söz
gelimi Ankara daki olaylarda yaralananlara müdahale ve hastaneye götürmek için
gelen ambulanslar eylemciler tarafından tahrip edilerek kullanılamaz hale
getiriliyor. Yani eylemciler yaralı arkadaşlarına müdahale yapılmasını
engelliyorlar. Bunun mantığını birilerinin izah etmesi gerekiyor. Diyelim ki
protesto gösterileri demokratik bir hakkın kullanımı, peki yaralılara ilk
müdahalenin yapılması ve tedavi için hastaneye götürülmelerinin engellenmesi,
yaralıların o halde sokak ortasında bırakılması hangi hakkın kullanımı oluyor
Gelinen noktada 10 gündür devam eden olayları demokratik
bir hakkın kullanımı olarak nitelendirmek mümkün değildir. Ancak, daha işin
başında göstericilere emniyet güçlerinin verdiği aşırı tepkiyi de makul bulmak
mümkün değil. Kısacası, yaşananların demokrasi, demokratik haklarının kullanımı
olarak nitelendirmek de doğru bir yaklaşım değildir. Olsa olsa toplumda uzun
yıllardan beri gizli olarak var olan, bir öfkenin ortaya çıkmasıdır. Bugün gelinen
noktada bu öfkeyi giderici ne yapılabilir, toplumda farklılıklara tahammül
kültürü nasıl yerleştirilebilir sorularının cevabının bulunmasıdır. Tadı tuzu
kalmamış bir olayda hâlâ tatlı bir taraf aramak yerine bu tür olayların
tekrarını nasıl önleyebiliriz etrafında kafa yormalıyız. Sorun bellidir.
Toplumda karşılıklı tahammülsüzlük söz konusudur. Her kesim toplumu kendi
rengine boyamak, kendisine benzetmek istiyor. Bu yaklaşımın topluma sadece
felaket getireceğini artık millet olarak görmemiz gerekiyor.
Hâlâ birileri televizyon haberlerini izlerken, Saadet
Partisi Genel Başkanı Sayın Kamalak ın eşinin başörtülü olduğu için mahkeme
salonundan çıkartılması ile ilgili yaptığı açıklamaya karşı çıkan,
yuhalayanların demokratik haklarını kullandığını söylüyor, aynı hakkı Kamalak a
çok görüyorsa bu sahtekârlık ve ikiyüzlülük değil midir Diyelim ki, Kamalak ı
yuhalayanlar haklarını kullandılar, televizyonun başında Anadolu nun uzak bir
köşesindeki vatandaşın Kamalak ı yuhalayanları alkışlaması, bununla da kalmayıp,
Efendim insanlar dine değil, sahte dindarlara karşı çıkıyor yollu ahkâm
kesmesi karşısında susmak, tepki vermeden dinlemek mümkün alabilir mi
Müslüman ın gerçek ya da sahte olduğuna kim ya da kimler karar verecek Bir
takım din düşmanları mı Müslüman ın nasıl olmasını belirleyecek, onun belirdiği
gibi davranırsa gerçek, davranmazsa sahte Müslüman olacak Böyle bir yaklaşımın
sahibini ben nitelendirmekte güçlük çekiyorum, daha doğrusu edebim beni
sınırlandırıyor. Böyle bir yaklaşım ya haddini bilmemek ya da din düşmanlığı
ile gözü dönmüş olmak anlamına gelir.
Huzur için birlikte yaşamanın yolu çok açıktır. İnsanlar
farklılıklara tahammül etmeyi öğrenecek, herkes benim gibi olsun, düşünsün ve
inansın diye dayatmayacak. Başka türlü sadece ülkemizde değil, dünyanın hiçbir
yerinde insanları birlikte tutmak mümkün olmaz. Bir yandan uyuşturucu
kullanımının 5 10 nüfuslu ilçelere kadar yayıldığından şikâyet edip, ardından
da insanların sahte ve gerçek Müslüman diye tasnife kalkılması, içki kullanımın
ilköğretim çocuklarına kadar indiğini hatırlatıp ardından da açık mekânlarda
içki içilmesini sınırlandıran yasaya yaşam tarzına müdahale olarak
nitelendirerek doğru bir noktaya varılamaz