Ekonomi söz konusu olduğunda farklı görüşler ortaya çıkıyor. Bir taraf Türkiyenin küresel sermayesinin gözbebeği haline geldiğini, özellikle AB ülkelerinde yaşanan ekonomik krize rağmen Türkiyenin sağlam bir ekonomiye sahip olduğu için bu tür krizlerle boğuşmadığı, atılımların sürdürdüğünü belirterek övgüler düzüyor. Bu söylenenlerin tamamen yanlış olduğunu iddia etmek elbette haksızlık olur. Ancak, ekonomiye bu bakış tarzı bardağın sadece dolu tarafını görmek, boş tarafını görmemek ve topluma göstermemek anlamına gelir.
Enflasyonun gerilere çekilmiş olması, hatta tek hanelere inmesi elbette güzeldir. Enflasyonun yüksek oranlarda seyrettiği yıllarda köşemizde enflasyonunun insanımızın cebindeki paranın durduğu yerde eksilmesi, bir başka ifadeyle çalınması anlamına geldiğini yazdık. Bu görüşümüz bugünde değişmedi. Bunun yanında ekonominin faize dayandırıldığını, bunun da sadece para sahiplerinin işine yaradığını, dar ve sabit gelirlilerin aleyhine olduğunu belirttik. Gelinen noktada açıklanan faiz oranları tek haneli rakamlarla izah edilmekle birlikte ülkemizin küresel sermayeye en çok kazandıran ülkelerin başında geldiğini unutmamak gerekiyor. Bu arada açıklanan faiz oranlarının uygulamada söylenenden çok yüksek gerçekleştiğini sanıyorum hatırlatmaya bile gerek yok. Kısacası ülkemizde bazı ekonomik göstergelerin kâğıt üzerindeki haliyle uygulamadaki hali arasında ciddi farklar var. Bu da ekonominin tüm söylenenlere rağmen sağlıklı bir zemine oturmadığını gösteriyor.
Milli gelirdeki artışın toplumun her kesimine aynı oranda yansımadığı gerçeği borç batağına saplanmış bir toplumu karşımıza çıkartıyor. İnsanımızın bankalara kredi ve kredi kartı borcu 2002 yılından bu yana 74 kat artmış durumda. Ekonomi söylendiği gibi sağlıklı işliyor olsa insanımız durduğu yerde borçlanma yoluna gitmezdi. Bunun yanında bankalardan sadece tüketici kredisi alanların sayısının 13,2 milyona ulaştığı, bunun ise kayıtlı çalışanların yarısından fazlasını (yüzde 52) oluşturduğunu hatırlatırsak işlerin göründüğü kadar iyi olmadığını söyleyebiliriz. Bu arada bankalara olan toplam borcun insanımızın gelirinin yüzde 41,1ine, kredi borcu toplamının 251,7 milyar dolara ulaştığını söylersek hayatta kalabilmek için sürekli olarak borçlanmak zorunda kalınıyor demektir. Böylesine borçlanarak insanlar daha nereye kadar bir takım sıkıntılarını giderebilirler Alınan borçların ödenmesinde tıkanma olduğunda, yani deniz bittiğinde geminin karaya oturması ne gibi sonuçlar doğurabilir Bu sorular pek sorulmamaya çalışılıyor. Genellikle küresel sermayenin ülkemize duyduğu ilgiye ve güvene dikkat çekiliyor, bu durum ekonomimizin gücü olarak ifade ediliyor. Hâlbuki küresel sermaye nerede daha fazla gelir elde ediyorsa oraya kayar. Bu da gösteriyor ki, Türkiye sermaye sahipleri için en kârlı ülkelerden biridir. Bu ise, sürekli olarak dışarıya para akışı anlamına geliyor. Borçlanma bugünkü hızıyla devam ederse bir gün tıkanma kaçınılmazdır.
Bu bakımdan yabancı para ülkemize akıyor diye övünmeyi bir kenara bırakarak ülkemizi yabancı sermayeye bağımlı olmaktan kurtarmak, bunun için gerekli adımları atmak durumundayız. Sanıldığı gibi borç yiğidin kamçısı falanda değildir. Yiğitlik kamçıyı yemeden kendi kendimize yeterli hale gelebilmektir. El atına binen tez iner atasözümüzü unutmamak gerekir. Bugün ülkemizi çok kârlı bulan küresel sermaye bir gün geldiği gibi gitmeye kalktığı takdirde yaşanabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Küresel sermayenin gitmesi için ille de ülkemizdeki güven ortamının bozulması gerekmez. Bazen siyasi nedenlerle de bir takım para hareketleri söz konusu olabilir. Bugün borsanın yüzde 70lik kısmının yabancı sermayenin elinde olduğu belirtiliyor. Gelen paraların küçük bir kısmının birkaç gün içinde geri çekilmesi bile borsayı alt-üst edebilir. Bu bakımdan ekonomi üzerindeki dikkatlerin dağılmaması gerekiyor. Özellikle de gerek devlet gerek şahıs bazında borçlanmanın bir düzene bağlanması, hızının kesilmesi gerekiyor. Bunun yolu da dar ve sabit gelirlileri bankalara muhtaç olmaktan kurtarmaktan geçiyor.