En son söyleyeceğim sözü baştan söylemek istiyorum;
Ali Bulaç’ı hiç bu kadar endişeli görmemiştim…
Nedeni aşağıdaki sözler.
Dikkatle okuyalım:
“Kimse dememiş ki artık Türkiye dış yardım almıyor, almayacak. 2001’de olduğu gibi dış yardım alıyor olsaydık, Bu tür zihniyetler Beyaz Saray’a oturduğunda talimat vermeye kalkarlardı. Bugün talimat verilen bir ülke yok, aksine Beyaz Saray’da oturanın, arkadaşlığı dolayısıyla gurur duyduğu bir başbakana sahip olan bir ülke var.”
“1911 ile 1923 arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. Uluslararası düzeni de yeniden inşa edeceğiz.”
“Yüzyılın muhasebesi yapılıyor. 1911 yılı son Türk askerinin Libya’dan çıktığı yıldır. 2011 yılı ilahi bir tevafuk. Ya Libya’da var olacaksınız, ya Libya’yı kaybedeceksiniz. Geçen sene sırf bu bağlamda yaşadığımız bu büyük imtihanı her an içimizde hissettik. 1912 yılı Balkanlar’dan çıktığımız yıl. 2012, Balkanlar’da hala birçok yaranın sarılamadığı, birçok krizin hala hasat verdiği bir yıl.”
“Şimdi yüzyıl sonra bütün Orta Doğu coğrafyasında, Türkiye’den tekrar büyük beklentilerin olduğu ve Sayın Başbakanımızın adının anıldığı yerde bile büyük bir heyecan dalgasının doğduğu, Türk bayrağının görüldüğü yerde bir beklenti dalgasının oluştuğu bir dönem. 1915 Çanakkale Savaşı. İşte Fransa’nın bugün istismar ettiği, Ermeni ile birlikte bizim tarihimize kara leke çalmaya çalışan, bir 100. yıl travması. 1918, bir imparatorluğun, kadim bir devletin bittiği yıl. Bütün bu coğrafya yeniden şekillenirken, tarihi coğrafyamız tekrar ayağa kalkarken, bu kardeş halklarla birlikte sadece bölgemizi yeniden inşa etmekle kalmayacağız, uluslararası düzeni de yeniden inşa edeceğiz. ”
***
Bu cümleler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait..
Bu cümlelerin sarf edildiği tarih 2012 yılının Ocak ayı.
Yer; Kayseri…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün memleketi…
Ali Bulaç, Reyhanlı olayları ve Gezi Parkı protestoları başta olmak üzere Türkiye’yi son dönemde zora sokan gelişmelerin kaynağında bu konuşmaların yattığı inancında; Ali beye göre, Bakan Davutoğlu’nun 1911 sınırlarıyla ilgili değerlendirmesi, ülkeyi zora soktu.
Bulaç’ın, “Türkiye kalkıp da dünyaya meydan okumamalıydı. O zaman “Sen kimsin ” derler. Gezi Parkı protestoları sırasında 12-13 milyar doların Türkiye’den gittiği ileri sürülüyor. Bir ay içinde 15 milyar dolar daha kaçacak söylentileri yaygın.” serzenişinin de kaynağı aynı.
Ben bu lafların tam olarak ne anlama geldiğini zihin süzgecimde tartmaya çalışırken, Ali bey bir adım daha attı ve “çevresinde olup bitenlerin er geç Türkiye’ye de bulaşacağı” endişesini aktardı.
Peki, ama Türkiye bu kaotik durumdan nasıl çıkacak
Bulaç’a göre bu kuyudan çıkmanın tek yolu var: O da ümmet bilinci.
***
Bu sohbetin geçtiği yer, Zeytinburnu’ndaki Deniz Feneri Derneği iftarı.
İftara Mustafa Kurdaş’la birlikte gittik.
Ali Bulaç, Mehmet Kamış, Faruk Çakır, Fatih Uğur, Serkan Kalemciler, Hakan İnce, Hüseyin-Saniye Öztürk, Rahmi Yolcu da yemekteydi.
İslam Dergisi’nin Ankara Temsilcisi olduğu yıllardan beri tanıdığım, Deniz Feneri Derneği İletişim Koordinatörü Recep Koçak her zamanki mütebessim çehresiyle davetlileri karşıladı.
Dernek Başkanı avukat Mehmet Cengiz, gelinen aşamada yargı sürecini anlattı ve “Deniz Feneri Derneği hakkında “takipsizlik kararı” verildiğini” hatırlattı.
Mehmet Cengiz’in en dertli olduğu nokta ise, bu süreçte kendilerini tam olarak ifade edememek.
Güzel bir akşamdı.
Cansuyu, Kimse Yok mu, Yardımeli, İHH, Deniz Feneri Derneği gibi dernekler toplumda yardımlaşmanın, dayanışmanın örgütlü olduğu kuruluşlar.
Keşke daha güçlü olsalar…
EYLÜL SENDROMU!
Ali Bulaç’ın yukarda çizdiği “karamsar tablo”dan sonra dün Fehmi Koru da Star’daki köşesinde ilginç bir yazı kaleme aldı.
Okuyalım mı;
“Galiba sıra bize geldiğinde ‘eylül sendromu’ fırına verilecek... Eğer gerçekten böyle bir plan varsa, planlayıcılar büyük bir hesap hatası yapıyorlar: Bir kere Türkiye ‘demokrasi’ ile temasları henüz bir-iki yılı geçmeyen diğerlerinden farklı olarak 150 yıllık bir parlamenter sisteme sahip... Başından dört darbe geçtiği için deneyimi yerinde bir ülke... Şu anda iktidarda bulunan partinin arkasında büyük bir halk desteği var ve destek müdahaleci ortamlarda daha da yükseliyor... Daha da önemlisi, yönetimde yer alanlar, kolay pes edeceğe benzemiyorlar...
İş dünyası, bürokrasi, medyada da eski düzen hayli sarsıldı; içlerinden hâlâ işbirlikçilik yapabilecekler çıksa dahi, bu sektörlerin her biri bütünüyle teslimiyetçi davranmayacak kadar değişime uğradı.
Ötekiler kadar kolay lokma değil Türkiye... Yine de denemeye kalkabilirler elbette, manipüle edebilecekleri konu bulmakta zorluk da çekmeyebilirler: Suriye var, ‘çözüm süreci’ var, şimdi Mısır da bunlara eklendi... Ayrıca çok konuşulan bir ülkede lâfları başka yönlere çekip itibarsızlaşma kampanyası sürdürmek de zor olmayabilir...
Eylül’de hepsini ‘sendromları’ ile birlikte ülkemize bekliyoruz...”
Neler oluyor, sahi
NOT: Bugün 31 Temmuz 2013 Çarşamba… İktidar ve TBMM’de grubu bulunan partiler, 2012 yılında yeni ve sivil anayasa vaadini yerine getiremedi. Sınıfta kaldı. Umutlar bu yıla sarktı. Temmuz 2013’e kadar umutsuz son bir maraton da bitti… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Görülüyor ki, yeni Anayasa olmayacak!” dedi. Yeniden TBMM Başkanlığına seçilen Cemil Çiçek, liderlerle görüşerek yeni bir süreç başlattı, Komisyonu toplantıya çağırdı. Başbakan Erdoğan, “Top, Cemil Çiçek’te” demeye başladı.. Du bakali n’olacak Her şeye rağmen yine de takipteyiz…