“Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü oldukça anlamlı bir sonuç olarak görünmektedir. Uzun süre emek verdiğimiz, yaşaması ve yeşermesi için üzerine titrediğimiz arkadaşlıklarımız vardır. Özenle beslediğimiz bu ilişkiler bir gün geliyor birden bire bitiveriyor. Yıllarca paylaşılan acı tatlı beraberlikler hiç yaşanmamış gibi bir rüyaya dönüşüyor.
Aklımızdan dahi geçirmediğimiz “ayrılık / küskünlük” gibi bir hal, birden bire “acı son” olarak hakikate dönüşüyor. “Vay be” diyoruz, “Olamaz böyle bir şey!” diyoruz, “İnsan bu kadar basit olamaz” diyoruz. Ne yazık ki kabullenmek istemesek de acı gerçeği iliklerimizde hissediyoruz. O kadar emek, o kadar fedakârlık, o kadar zaman, o kadar maddî ve mânevî fedakârlık bir anda solgun ve kurumuş bir gül oluveriyor. Yıllarca süren nice evlilikler de böyle değil mi
Kuşkusuz insanlar arasında “arkadaş / dost” ve “arkadaşlık / dostluk” çok önemsenen bir değerdir, birçok alışkanlığımızı onlar için terk ederiz, hatta “arkadaş hatırına” deyip de başlayan nice fedakârlık muhtevalı sözümüz vardır. Çünkü arkadaş arkadaşın bütün sırlarını bilir, zaaflarını da, faziletlerine de...
Böyle iken bir an gelir, “kara kedi” iş başı yapar; ararken aranmaz, sorarken sorulmaz oluverir. Ne olmuştur da, niçin böyle bir hal yaşanmaktadır; sorgulamak istersiniz, bakarsınız ki kendinizi ikna edecek bir cevap bulamazsınız. Çünkü artık ruhların imtizacı “eror” vermeye başlamıştır. İsteseniz de bunun geri dönüşü olmaz. Kırıldı mı şişedir bu, tekrar onarımı mümkün değildir. Koyuver rahvan gitsin dersin!
Nice arkadaşlıklar gözyaşlarıyla beslenip büyütülürken, niceleri de gözyaşlarıyla nihayet bulur. Hani bir sözümüz daha vardır ya, “Ağaca yaslanma kurur, insana güvenme ölür” diye! Arkadaş da insandır, bir gün geliyor ölmeden öldürüyor. Oysa gerçek arkadaşlık “yâr-ı gar” örnekliğidir. Yukarıda sözünü ettiğim atasözlerinin her biri büyük acı ve tecrübelerin ürünü olduğu muhakkaktır.
Oysa ağaç da güzeldir, insan da! Ağacın gölgesi, meyvesi, kerestesi hâsılı her şeyi güzel ve faydalıdır. Fakat ağacı “ağaç” olmanın ötesine götürüp ona kaldıramayacağı anlamlar ve görevler yüklerseniz, hayal kırıklığı yaşarsınız diyor atalarımız. Bu sözler bir “uyarı” niteliği taşımaktadır. Tabii ki kulak verene! Aksi halde aynı suda defalarca yıkanmak zorunda kalırsınız.
Ben, insan deyince yalın bir hali de anlamıyorum. İnsana, “insan olma”nın ötesinde görevler yüklersen veya ondan olağan dışı şeyler beklersen, sonunda yaşanacak olan hüsrandır. Çünkü Allah her bir insanı aklıyla yükümlü tutmuştur. Kimsenin aklını kimseye endekslememiştir. Sorumluluklar bireyseldir ve kimse kimsenin sorumluluğunu üstlenmez.
Özellikle bir mümin için, hal ve hareketleri örnek alınacak tek insan peygamberdir. Peygamber dışındaki insanların sadece iyi yönleri dikkate alınır, bu bağlamda söz ve sohbetleri dinlenir, fakat hiçbir şekilde onun dediği tek hakikat olarak görülemez ve ona bel bağlanamaz.
“Allah’ın kelâmını söylüyor, ona da mı güvenmeyeceğiz ” denirse, bu söylem onu faklılaştırmaz ki, Allah’ın kelâmını sen de okuyabilirsin veya bir başkasından da dinleyebilirsin. Bazı kimseleri, şuursuzca bazı insanların peşine takılıp gittiklerini gördükçe kusura bakılmasın ama belgesellerdeki hayvan sürüleri geliyor aklıma! Kim bilir, bazı insanlar da böyle olmayı istiyor ve mutlu oluyordur!
İnsanları genelde ikiye ayırmak mümkündür: Örnek olanlar, ibretlik olanlar. Burada ibretlik duruma düşmemek için, Allah’ın gösterdiği yoldan ve O’nun peygamberinin iki emanetinden (Kur’an ve sünnet) başka çıkar yol arayışı içinde olmamak gerekir. Bazı insanların peşine düşerek hakikati onların dilinde aramaya kalkışmak, Allah korusun insanı şirke dahi götürebilir.
Her insan bir meçhuldür. Ortada Allah’ın kitabı ve o kitabın ete kemiğe bürünmüş hali olan Peygamber aleyhisselâmın sünneti dururken, meçhulün peşine düşmek, onun sözlerini tek gerçekmiş gibi görmek, hangi akla hizmet etmektir kestirmekte gerçekten güçlük çekiyorum. Bazı insanlar bu hali ırsîleştirmiş durumdadır, hani atalarının dinini kutsayanlar gibi.
Oysa her insan bir zaman diliminde yaşar. Gördükleri ve bildikleri, yaşadığı zaman dilimiyle sınırlıdır. Böylesine sınırlı bir zaman dilimine hapsolup, bir insanın söylediklerini kendine kılavuz edinmek için insanın aklını ya tatile çıkarmış olması ya da tükenir diye kullanmaktan korkması gerekir.
Toplumun önüne geçen bazı insanların hangi niyetle hareket ettiklerini bilmiyoruz. Bazen kötü niyetin yanı sıra, bazen da iyi niyetin kötü temsil edilmesi ortaya ciddi sorunlar çıkartmaktadır. Bunların ne olduğunu, ne maksat güttüklerini anlamak için zaman harcamak ve sonunda da pişmanlık duymak yerine, sırât-ı müstakîmi takip etmek daha doğru değil midir
İrademizi, “hoca maskesi” altındaki herhangi bir insana teslim edemeyiz. Çünkü gerçek hoca kimseyi teslim almaya kalkışmaz. Sadece ve sadece bildiği ve fehmettiği kadarıyla yol göstermeye gayret eder. Adres sorulan herhangi bir kimse gibi, bildiği kadarıyla kestirme yoldan sorulan adresi tarif etmeye çalışır. Yol tarifinden ücret de alınmaz.
Kuşkusuz ilim kimsenin tekelinde değildir. Akleden ve düşünen insan herkesten ve her bir canlıdan bir şeyler öğrenir. Bu anlamda arı ne güzel örnek bir ayettir. Her çiçekten bal topluyor, balını şifa haline getirebilmek için… Allah’ın ayetlerini / çiçeklerini bırakıp aynı yerde patinaj yapmak ne kadar akla ziyan bir harekettir. Bir insan bilse bilse ne kadar bilgiye sahip olabilir ki
Ortamları dinleme gibi teknolojinin birtakım nimetlerinden (!) faydalanarak, keramet gösterme sahtekârlığına başvuranlara bel bağlamak, Allah’ın eşref-i mahlûku olan insana hiç yakışmıyor. Aracılar hayatımızdan çıktıkça veya biz onları hayatımızdan çıkardıkça, hakikatle yüz yüze gelmemiz o oranda mümkündür. Hoca bilgi verir, insan vasıtaya teslim olmaz. “Adam olmak” varken insan niçin birilerinin “adamı” olmak için uğraşır anlamıyorum.
Hâsılı “İnsana güvenme ölür, ağaca dayanma kurur.” Allah’a dayan sa‘ye sarıl, hikmete râm ol, yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol!” diyen Mehmet Âkif’i görmek ve duymak gerekir.