Tarihte yönetim biçimleri değişse de yönetme arzusu ve yönetim mücadelesi değişmiş değildir. Yönetim biçimlerine göre mücadele araçlarının da değişmesi normaldir.
Değişen bir başka şey ise mücadelenin alanı, kapsamı ve seviyesidir. Bu yazımızda, yanlış anlaşılması muhtemel de olsa, söylemeyi vazife bildiğimiz şeylerden çok azını ve temel olanlarını, sorumluluğumuzu ifa etmek adına yazmak istiyoruz.
Tarihimize siyasi mücadelenin en hareketli yaşandığı dönem, Selçuklu ve sonrasındaki devletler/beylikler dönemindir diyebiliriz. Bu yüzden öncelikli olarak bu tarih aralığı üzerinden örnek vermek istiyoruz. Fakat bu dönemi örnek vermemiz, burada yaşanılan her şeyi meşru gördüğümüz şeklinde anlaşılmamalıdır. Sadece bir takım ibretler çıkarıp kıyaslama yapabilmek adına bu dönemi örnek olarak seçmiş bulunuyoruz.
1. Selçuklu döneminde yaşanan taht kavgaları ve siyasi mücadelelerin en bariz özelliği; “mücadelenin, yönetici ve asker sınıfı arasında yaşanması”dır. Bu durumda halk, biraz da yönetme hakkına sahip olmadığından, siyasi mücadelenin dışında kalmıştır.
2. Fakat savaşlar haricinde, siyasi mücadele, her kademedeki askeri ve idari şahıslar hedef alınmış değildir. Bu tür tasfiye ve cezalandırmalar, sadece belli üst düzey kişilere uygulanmıştır. Yönetim veya hanedan değişikliklerinde, genel olarak, kritik görevler haricindeki diğer askeri, idari ve sivil tabakalar, bu mücadeleden asgari derecede etkilenmiştir.
3. Halkın ve belli düzeyin altındaki askeri/idari şahısların, siyasi mücadelenin dışında kalması, ilk bakışta olumsuz gibi görünse de; bu durumun olumlu sonuçları da olmamış değildir. Mesela yönetim değişikliklerinde, yeni gelen yönetici, eski yönetimin insan gücü olmak dâhil tüm imkân ve tecrübelerini aynıyla devam ettirmiştir. Aslında olması gereken de budur. Yönetim değişse de askeri kadro aynı kadrodur. İlmi kadro ve ticaret ehli de yeni yönetimde vazifelerini aynıyla ifa etmiştir. Halk da yeni yönetimle birlikte hayatına kaldığı yerden devam etmiştir.
4. Halkın yönetim mücadelesine karışmaması, yönetenlerin de halka olan tutumlarında rahat/ılımlı/adil davranmalarına sebep olmuştur. Yönetenlerin bu adil ve ılımlı davranışları ise, halkın da yönetim mücadelesinde tarafsız kalmasını sağlamıştır.
5. Bu konuya verilecek olan güzel örneklerden biri; Moğolları mağlup eden Sultan Seyfeddîn Kutuz olayıdır. Kutuz, Moğolları yendikten sonra zafer kutlaması için başkente dönerken yolda, en iyi dostu ve silah arkadaşı Baybars tarafından suikasta uğramıştır. Fakat halk ve asker, Baybars’a tepki göstermediği gibi Baybars da Kutuz’un adamlarına yönelik bir tasfiye veya cezalandırma yoluna gitmemiştir. Zira halk, bu durumu, bir otorite kavgası olarak görmekte idi. Konuya bir başka örnek ise kardeşlerini tasfiye edip tahta geçen bazı Osmanlı sultanlarına, halkın taziye için gelmesi verilebilir. Yani halk, bu mücadeleyi, devletin menfaatinin gereği olarak görmekteydi.
6. İnsanların genelinin aslında yönetim ile doğrudan bir sorunu yoktur. Halkın yönetimden beklentisi:
- Adalet,
- Can, mal ve namus güvenliği,
- Ve bir de geleceğinin teminat altına alınmasıdır. Bunun ötesinde hak, tasarruf ve sorumluluklar; yöneticilerin kendi aralarındaki olaylar şeklinde anlaşılmaktadır.
7. Bu durumda yönetim mücadelesi ile vatan ve din gibi mukaddesatın muhafazası meseleleri birbirinden ayrılmaktadır. Konu mukaddesatın müdafaası olduğunda tüm insanlara görevler
düşmektedir ve tüm halk, bu olaylardan etkilenir. Bu durumda halkın geneline de sorumluluk yüklemek ve yaptırım uygulamak mümkündür. Fakat konu siyasi mücadele olduğunda yetki, sorumluluk ve yaptırımlar; yönetimi elinde bulunduranlar ile elinde bulundurmak isteyenlere yönelik olmalıdır. “Bal tutan parmağını yalar” atasözünün gereği de budur.
8. Bu durumda halkın geneli ile üst düzey idari/siyasi/askeri vb. kadrolara uygulanacak yaptırımlar da farklı olabilir. Nasıl ki her makamın yetkisi farklı ise, bu makamları ellerinde tutanlara yönelik uygulama ve cezalar da farklı yani adil olmalıdır. Makamın nimetinden istifade edenlerin ödeyeceği bedeller de makamın ağırlığına göre olmalıdır. Tarihimizde uygulanan siyaseten katil ve müsaderenin, üst düzey askeri ve idari kadroya yönelik olması; anlaşılır ve mazur görülebilirdir.
9. Siyasi mücadelede; halk ile yöneteni ayırt etmek haricinde dikkat edilmesi gereken ikinci ilke “kadınlar” ve “çocuklar” ile ilgili durumdur. Devlet, hainleri ve diğer suçluları affedemez. Aksi halde yeryüzü fesada uğrar. Yönetenler de kendi rakiplerine yönelik haklı gerekçelerle bir takım yaptırımlarda bulunabilir. Aksi halde sürekli makamlarını kaybetme korkusu ile yaşarlar ve bu durumda adil olamayacakları gibi asli vazifelerini de yerine getiremezler. Fakat cezalandırma ve mücadelede; olaylara karışmamış olan kadınlar, çocuklar ve diğer akraba/tanıdıklar, bunların bedelini ödememelidir. Devlet ve devletlüler; özellikle bu tür suç işlemiş kişilerin ailelerine sahip çıkmalıdır. Aksi halde adalet tecelli etmeyeceği gibi devlete ve devletlüye güven de kalmaz.
10. Konuyu güncel meselelere bağlayarak bitirmek gerekirse: Siyasi mücadele verenler, halkı tehdit etmek yerine, halka güzel ama meşru ve yapabilecekleri şeyleri vaat etmelidirler. Yani daha somut bir ifade ile: “Hayır demezseniz şöyle olursunuz” veya “Evet demezseniz böyle olursunuz” demek yerine; “Evet demenin şu faydaları vardır” ve “Hayır demenin şu menfaatleri vardır” demek daha maslahata ve ahlaka uygundur.
***
Unutmamak gerekir ki, bütün siyasi mücadelenin ve ekonomik faaliyetlerin temel amacı, insanın huzur ve refahıdır.
Bütün bu mücadeleler verilirken, tek bir masum insanın bile zarar görmesi, bütün mücadelenin bereketine gölge düşürür.
***
İnsan, eşrefi mahlûkattır. Yani Allah’ın, kâinatta yarattığı en değerli varlıktır.
M. Hasan Öz Beyin ifadesiyle İNSAN haddizatında, “insan denen muhteşem”dir.